Yazar Yazarken

Çizer: N. Zeynep Özpolat

“Bazıları denizler boyadı benimle, bazıları içinde kaybolduğu gözlerin anısını yaşattı. Vakti geldi çalışma masalarında sabahladım tükenmekten korkmadan. Gördüm, fark ettim, öğrendim. Gördüm mesela, ortada büyük bir aşk hikayesi varsa, hep o esas kız esas oğlandan bir kafa boyu kısa olurmuş. Fark ettim. Hep, aradıklarımızı aramayı bıraktığımızda bulurmuşuz ya da sonunda yerine başka şeyler koyabilmeyi öğrendiğimizde. Bir histeri krizinin ortasında kahkahalara boğulmak ne demek, öğrendim. Ve kurabildiğim tüm hayalleri İstanbul’a kaybettim.”

İstanbul’un tenhasında buldu kendini yazar, yazarken. Dünyanın bütün yükü sanki bin yıldır omuzlarındaydı da, yenileri ekleniyordu yüklerine. Grafitili duvarlar, yılan gibi kıvrılan sokaklar etrafını sarmıştı. Henüz oraya nasıl geldiğini anlayamadan eline bir kağıt tutuşturuldu. Yazar, karşısında entel sahtesi bir adam buldu. Pembe gömleğinin boynuna acemice bağlanmış mor bir fular, altında koyu lacivert bir dar paça bir pantolon, ayaklarında ise kombinine uyması imkansız kaba botlar vardı adamın. Üzerinde koyu kahve renginde bir ceket olmasa ciddiye alınması zor bir kılıktaydı. Yüzündeki çizgilerin sayısından henüz orta yaşlarına yeni vardığı açıkça okunsa da ensesinde topladığı saçlarında parlayan beyaz teller yaşı konusunda şüphe uyandırmaktan geri durmuyordu. Burnunun ucuna emanet edilmiş gözlüğünü abartılı bir hareketle burun kemerinden yukarıya itti. Omzunun egemenliğinden kurtulmaya çalışan kollarını bir tirada başlar gibi kaldırdı. Diyaframını kullanmayı sanki daha dün öğrenmişti. Karın boşluğunu şişirdi ve yersiz olduğu her halinden belli özgüvenini yazarın şaşkın bakışları önüne bir tezgah gibi serdi. 

-Ressamım ben. Yeni sergim şurada. Gelin! Gelin sizi götüreyim. 

Yazarı kolundan tutuyor, bir hanutçu inadıyla onu sergi salonunun kapısına yönlendirmeye çalışıyordu. Ancak İstanbul sokaklarının turisti olmaktan yıllar önce kurtulmuştu yazar. Kendisini önüne katan her akıma kapılmıştı İstanbul’a geldiği ilk yıllarda. Epeyce bedeli vaktiyle, kalanları da nakit olarak ödemişti. Kibarlığın lüzumunu sorgulamış, hükmünü çoktan vermişti. Defterini kendine siper, kalemini ise süngü etti ve ressamın peşinden gitmedi. Ne birbirinin taklidi insanlara alkış tutacak gücü, ne haksız başarılara tanık olacak sabrı bulabiliyordu artık.

Hani İstanbul’a gelince düzelecekti her şey? İstanbul’un her sokağından boylu boyunca ilham, her duvarından baştan ayağa fikir, manzarasından ipince zerafet, göğünden türlü türlü meziyet akmıyor muydu hani insanın başına? İstanbul düz adamı bile sanatçı, hatta usta ve zanaatkar, o da olmazsa yorumcu veya eleştirmen etmiyor muydu? Tam da bu sebeple kilometreleri aşındıra aşındıra ve arşınlayarak yol üstündeki her kaldırım taşını ve hesap ederek tarihi yarımadanın her karışını, gelmemiş miydi yazar buraya? Şimdiyse başaramadıkları sırtından eksik etmediği çantası gibi omzunda, tasarıları aklının pervazlarında çürüyordu.

Yeniden gömüldü defterine. Kelimeler parmaklarının ucundan akıyordu sanki. Kenarı kıvrık sayfalardan birine denk gelmişti. Düzeltti ve yazmaya devam etti.

“İstanbul… Asla koyduğum gibi bulamadığım, şehirlerin en güzidesi. Uzaksa uzak. Fark eder mi? İsteyince, dünya bir arka bahçeden ibaret değil de nedir? Hem makul bir sarhoşluk sırasında, ve çok ihtiyaç anında, mutluluğu da yaşatmıştır mutlaka.”

Yürürken yazma eylemi yazarı haddinden fazla yoruyordu ama yazarın oturmaya cesareti yoktu. Defterin başına oturmak onu tutuyor, bazen sadece kelimelerini değil o ana kadar yediklerini de kusmasına sebep oluyordu. Yürümek, en azından sokaklarda yol aldığını hissetmek, doldurduğu sayfaları tekrar tekrar okumaktan daha çok rahatlatıyordu onu. Çünkü maalesef mutluluk her zaman yazıldığı gibi okunmuyordu. Boynunu bir alacaklı gibi kavrayan kravatıyla kavgası sürerken adımlarını birbiri ardına sıralamaya devam etti. Yürümeyi seçtiği dar sokak, genişçe bir meydana açılıyordu. Az önce duvarlar arasından mum ışığı gibi sızan güneş, bu meydanda tekrar vücut buluyordu. Gözünün alabildiği en uzak mesafede, pandomim yapan boyalı bir surat gördü. Beyaz eldivenler, siyah streç kıyafetler, açılmayı unutmuş iki dudak ve birbirini kovalayan eller… 

Dönen bu tiyatroyu izlerken, içinde binbir güve kıpırdadı yazarın. Parmak uçlarından saç diplerine kadar her zerresi kaşınmaya başladı. Öyle ki artık bedeninin uyuştuğunu hissediyordu. Bir uyuşukluk ne kadar hissedilebilirse tabi. Kendini kurtarabilmenin tek yolu buymuş gibi sarıldı kalemine yazar. Tek çaresi yazmak sandı. O da yazdı. 

“Düşmeyi bekleyen bir maskesi var dünyanın, düşürebilene aşk olsun. Sen mutluluğu daha ciğerlerine dolduramadan çekip alıyor son nefesini. Tam da bu yüzden boş uğraş hayattaki her şeyi çırılçıplak anlamaya çalışmak. Çünkü çıplaklar da giyinik ten hapishanelerini.”

Sürekli durmak istiyordu yazar. Artık adım atmamak. Bir sayfa daha çevirmemek, bir kitap daha açmamak. Bir daha, tek bir kelime bile yazmamak. Ve artık arşınlamamak bir türlü ezberleyemediği bu sokakları. Ama yürüdü, sanki aylarca bugünü beklemiş gibi. Rastgele bir sokak seçti, sonra bir sokak ve bir sokak daha. 

Çok geçmeden gözleri, ötede birkaç çocuk seçti. Her biri, kılavuz tekerleri aşınmış bilmem kaç nesillik bisikletlere binmiş. O bisikletler nerelerden geçmiş? Rengi güneşten solmadan, boyaları pul pul olmadan önce ne renkmiş? Yazarın zihnine hikayeler doluyor, her hücresi bir cümle taşıyor, bedeni anlatacaklarına yetmeyi becerecek mi kestiremiyordu. Kelimelerle arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Bisikletlerle de. Söyleyecek çok şeyi var zannedip yazar olmak istemişti küçükken, arkadaşları gibi mahallenin en uzak köşesine bir çırpıda varabilmek için de bisiklet. Ama ne bisiklete binmeyi öğrenebildi, ne de yazdıklarını okutmayı becerebildi. Ve küçükken olmayanlar, hiç olmuyordu bazen.

“Hayat sanki bir bisiklet biraz. İnsan pedalları hep yanlış yöne çevirir de fark etmez. Biri gelse mesela, burası önün dese arkana, nasıl inanırsın? Sen, gözün ne yöne bakıyorsa orayı önün sanırsın. O kadarsın.” 

Günün ışığı sokaklardan çekilene kadar yürüdü, bir o kadar da yazdı yazar. Kalemi dursun diye utanmasa yalvaracaktı. Ama kime? Kafatasını kırıp dışarı çıkamadığı için vücudunda başka delikler açıp firara kalkışan fikirlere mi? Ruhunun fotokopisini defterine çeken kaleme mi? Kelimelerini gelişigüzel dizdiği bu deftere mi? Yakarışını ileteceği yetkili merci neresidir bilemedi. Onun yerine aksak adımlarla ve ellerini sabit tutmayı beceremeden yürümeye devam etti. Erkenci çiçekler vardı bu kez karşısında. Umulmadık bir mevsimde, umulmadık bir yerde. Büyülendi. Hareketlerine bir amaç biçmeyi becerip o tarafa yöneldi. Çiçeklerden birini koparıp göğsüne iliştirdi. Düşündü, varoluşun tesadüfi güzellikleri nihayetinde kim içindi? Kimin meziyetiydi? Kalemin cevabı gecikmedi.

“Zaman… Garip şey. Mesela bazen bir yerlerde vaktini şaşırmış çiçekler de açmaz mı? Açar elbet. Ama her güzelliğe kast edebilecek bir kendini bilmeze kadardır ömrü. Bir yudum güneş, bir damla can suyu, kıyassız bir emek ve ebedi bir şefkat. Bir tohumu çatlatmak için bir araya gelir. Bir çiçek yükselir toprağın göbeğinden, bir anadan doğar gibi. Çiçek ne kadar güzelse o kadar elemli olur kaderi. Doğrudur. Zalimin elinde, zerafetin bedeli acı olur.” 

Sayfalara kelimeler eklendikçe, yurdundan edilmiş çiçek, yazarın göğsünde bir mermiye dönüşüyordu. Ciğerlerini deliyor, nefesini kesiyordu. Çaresizliği yaşıyordu yazar. Aldığı hiçbir soluk, bir sonraki anının taahhüdü değildi. Kalbi çifte mesai yapıyor, şakakları yönünü şaşırıyor, midesi sayısız krampın son durağı oluyordu. Bir çiçekle katil olmuştu yazar. Eleme sebep, zalim olmuştu. Müebbet suçlu olmuştu kendince. Hem de sadece bir çiçekle. Elleri bedeni kadar büyüktü şimdi, kabahati de elleri kadar. İnsanlığın tüm arzularına karşı savaş veriyor, tüm suçlarını üstleniyordu. Ve tam mücadelesinde yenik düşecekken dokundu başka bir el omzuna. Boyunu çoktan aşmış tüm fikirlerin iplerini, bir bir yazarın zihnine çekti o elin sahibi. Bedenini kavradı o dokunuş. Sanki nefesini kavradı burun delikleri arasından. Bin yıl sürdü o an. Bin ton çekti o el. Nefessizlikten başka bir duyguyu hayatında hiç hissetmemiş gibi oldu yazar. Sanki hiç sevmemiş, sevilmemiş, gülmemiş. O yana dönse ne bekleyeceğini bilemedi. Mahçup bir ses duydu tereddütünün ardından:

-Afedersiniz, kaleminizi ödünç alabilir miyim?

-Al, dedi yazar son nefesini tükürür gibi, sende kalsın. 

Kalemi verdi ama yetmedi. Defterini de tutuşturdu önüne açılan ellere. Artık kaleme esir bir yazar değil, sadece bir adamdı. Elleri titriyor, yanaklarından terler süzülüyor, oradan uzaklaşamama endişesi boğazına basıyordu. Gözlerinin ardı, terk edilmiş bir fabrika gibi bomboş olmuştu. Hiçbir dişlisi işlemeyen bir makinenin sessizliği, kulaklarına işliyordu. Adam sonunda duyabiliyordu. Öteden bir vapur geçiyor, berideki dalda bir kuş ötüyor, arka sokakta çocuklar hala pedalları çeviriyordu. Tuz kokusu doluyordu burnundan zihnine, renkler gözlerine akıyordu. Rüzgar saçlarında tepiniyordu ekmek bulmuş göl balıkları gibi. Sahi, saçları vardı. Artık karıncalanmıyordu parmak uçları. Ve yönünü tayin edebiliyordu ayakları. Büsbütün kaçtı oradan adam, ardında ne bıraktığına bakmaya korkarak. Düpedüz kaçtı.

Kendisinden bir kafa boyu uzun olan adama yaklaşıp göz göze gelmeye çalışmıştı kadın. Adam görmüyor, duymuyor ve hatta acıdan başka hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. İhtiyacından fazla bir nefes dahi almıyor sadece yazmaya devam ediyordu. Kadın, bir türlü dikkatini çekemediği adama doğru uzandı. Elini adamın omzuna koydu. Güderi ceketin dokusu parmaklarına kazındı. Adamın gözleri defterinden ayrılıp kadına döndüğünde kadın bir ayini bölmüş gibi hissetti. Kısa bir mahcubiyet yaşadı yaşamasına ama kararsızlık için artık çok geçti.

-Afedersiniz, kaleminizi ödünç alabilir miyim?

Beklemedi adam, tereddüt etmedi. Ömrü boyunca kolladığı bir teklifi değerlendirir gibi kalemini ve hatta nefesini kadına verdi. Mürekkebi kurumamış serzenişlerini taşıyan defteri zorla kapattı, titreyen elleriyle onu da kadına uzattı. Sıkıca kapatıp açtığı gözlerini önce kadına, sonra göğe doğru kaldırdı. Burun delikleri pirüpak bir koku almış gibi genişleyip daraldı ve kadın olanları idrak edemeden oradan uzaklaştı. Ardına bakmadı. Düpedüz kaçtı.

Kalemi neden istediğini unutmuş gibiydi kadın, şaşkındı. Defteri kainatta sevilecek tek bir şey bile kalmamış gibi açtı. Korkular, acılar, umutsuzluklar… Hepsi damla damla kadının kirpiklerine yağdı. Kadın okudukça yazarı kendi acılarından tanıdı. Kalemin ağırlığı, kalbinde taş üstünde taş bırakmamış, defterde yazanlar ise o enkazı ezip un ufak etmişti. Artık kadın sadece bir kadın değil, kaleme esir bir yazardı. 

Onun kendi mevcudiyetini anlamlı kılma savaşı işte böyle başladı.

N. Zeynep Özpolat

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top