Yakın Takip

Çizer: A. Silvia Aydoğan

Rüzgarın esintisinin tüm bedenine çarptığını hissetti. Hava karanlığa bürünmüş, bulutlardaki baskıyı serbest bırakmak üzereydi. Hırkasına iyice sarıldı ve önünü sıkıca kapattı. Çantasını omzuna çekti. Son anda çantasına attığı şeyi korumak ister gibiydi. Ellerini önünde, birbirine kenetledi. Hissettiği ıslaklıktan ellerinin ter içinde olduğunu anladı. Gerginliğini belli eden kesintili bir nefes verdi. Önünde upuzun bir yol vardı sanki. İzini gizlemek için, her zaman gittiği yoldan farklı bir yol seçmişti. Sağa mı yoksa sola mı dönmeli bilmiyordu. Kafasında yankılanan tek şey bir an önce gözden kaybolması gerektiğiydi. Adımlarını hızlandırmaya devam etti. Etrafıyla hiç ilgilenmiyor, bakışlarını yalnızca ayaklarının ritmine odaklıyordu. Nefesini kesik kesik alıyor, ciğerlerinde fazla tutunmasına izin vermediği havayı, daha yakıcı bir kesintiyle geri üflüyordu. Yanından geçip giden insanların yüzüne bakmasa da kendi bedeninde gezen, meraklı tüm gözleri hissedebiliyordu. Hızla bedenine değip geçen bakışlar, onu daha da güvensiz bir ruh haline itiyordu. Temposunu bozmadan bakışlarını yavaşça insanların hizasına kaldırmaya karar verdi.

Bazılarıyla göz göze geliyor, yardım isteyen bakışlarını birkaç saniye onların gözlerinde tutuyordu. Yanından geçip giden insanların bazısının gözlerinde endişe, umursamazlık, acıma gibi birçok duyguyu beraber görüyordu. Adımlarını yavaşlattı. Sanki arkasında hissettiği nefes, ensesine doğru yaklaşıyordu. Ne kadar becerebilirse o kadar derin bir nefes doldurdu ciğerlerine. Cesaretini toplayıp, bakışlarını yavaşça arkasına çevirdi. Oradaydı… Yaklaşıyordu. Adımları bu kez koşmaya yakın bir hıza yükseldi. Tıpkı o gün olduğu gibi…

Öğle güneşinin keskin ışığı, tam tepesindeydi. Küçük adımları, arkasından gelen dev adımların gücüne yetemiyor, kaldırımın sonunu görebilecek çevikliğe ulaşamıyordu. Kalbi, kafesinden kurtulmak isteyen bir kuş gibi çarpıyor, kanatların bütün vücuduna çarptığını hissedebiliyordu. Sanki koşmaya çalıştıkça yol ondan uzaklaşıyor, zemin ayaklarının altından kayıyordu. Pembe tacıyla geriye ittiği saçları yüzüne yapışıyor, güneşin yakıcılığını fazlasıyla hissettiriyordu. Şimdiden ter içinde kalmıştı. Henüz annesinin bakkal dükkanına ulaşmak için ne kadar mesafe kaldığını hesaplayacak kadar saymasını dahi bilmiyordu. İki gün önceki doğum gününden öğrendiği en yeni sayısal bilgi dört yaşında olduğuydu. Eğer arkasına dönüp bakarsa, hızını iyice yavaşlatacaktı, biliyordu. Bunu daha önce de deneyimlemişti. Bu hatasının sonucuna da bedenindeki morluklar eşlik etmişti. Bedeninde oluşan mor renkler, hayallerine ters düştüğü için hiç hoşlanmazdı onlardan. Evdeki boğuşmadan sıyrıldığı zaman annesine bedeninin çeşitli yerlerinde oluşan yeni morlukları göstererek “Keşke bunlar siyah olsaydı. O zaman dalmaçyalı köpeklere benzerdim.” demişti ağlayarak. O gün annesinin gözlerinde gördüğü hüzün hatırında hala capcanlıydı. Kararlı davranıp arkasına bakmadan var gücüyle koşmaya devam etti. Artık nefesi de adımlarına yetişemeyip ciğerlerini yakıyordu. İnce bacakları durmaksızın koşması için haddinden fazla güç tüketiyordu. Bu kadar mücadelenin içinde, arkasından gelen babasıyla mesafesinin git gide kapandığını farkında değildi. Dükkanın pembeliğini, kapının kenarlarına serilen çiçeklerin canlılığını ve hatta her zaman kapının eşiğinde gezen siyah kediyi görebileceği kadar mesafeyi bitirmişti. Biraz daha güç harcarsa dükkana varacak kadar yakındı. Birden bire tepesindeki güneşin yakıcılığı kayboldu. Üzerinde hissettiği büyük bir gölge ile gün neredeyse karardı gözlerinde. Ardından sımsıcak bir nefes saçlarını dalgalandırarak ensesine ulaştı. Tişörtü ani bir kuvvetle bütün göğsüne yapıştı. Soluk borusuna dolanan gerginlik, babası onu yukarı çekip ayaklarını yerden kestiğinde son buldu. Tişörtünün boğazına dayanan kısmı nefes almasını güçleştiriyordu. Yerden epeyce yüksekteydi. Kurtulma umuduyla ayaklarını birkaç kez sallandırdı. O esnada gözü kırmızı ayakkabılarına takıldı. Ayakkabının üzerindeki ufak simler, ayaklarını her sallandırdığında güneşin altında parıldıyordu. Gülümsedi. Kaldırım taşlarının arasındaki çatlaklardan fışkıran otlar da ayakkabılarıyla uyum içindeydi. Artık boğazına yapışan tişörtünden boğuk hırıltılar çıkardığını farkında değildi. Babası onu adeta bir bayrak gibi sallandırdığında öksürerek kendine geldi. Babasının elleri üç gündür bedenine çarpmamıştı. Tişörtünü o kadar sıkı kavrıyordu ki sanki bütün gücünü toplamış gibiydi. Bu akşamın diğer akşamlardan daha korkunç geçeceğinin sinyalini bütün bedeninde hissetmeye başlamıştı. 

Geçmişin o yakıcı öğle güneşi, yerini alnında biriken terin serinliğine ve günün ağır, gri pusuna bırakmıştı. Gökyüzü, uzaklaşan güneşin son turuncu çizgileriyle vedalaşıyordu. Ürperti kapladı bedenini. Yüzüne düşen bir damla, tenini güneş gibi yaktı. Hızla gelen bir arabanın kornası, o içine yeniden düştüğü hissi bir bıçak gibi kesti. Dengesiz attığı adımları, kaldırımdan kendini ayırmak üzereyken toparlandı. Elini, farkında olmadan boğazına ve ensenine götürdü. Saçları arasından sızan damlacıklar sırtına ulaşmak üzereydi. Omuzlarından ardını görmek için çabalayan endişeli gözleri, kendine yaklaşan adımların gölgesini seziyordu. Birden bire kapşonundan biri onu geriye çekiyormuş gibi tişörtüne tutundu. Ciğerlerine hava çekebilmek için aşağı doğru tişörtünü çekiştirmeye başladı. Boğazını ince ince yakan öksürüğü, sanki bir çığlık gibi yankılanıyordu sokakta. Aldığı nefesin ancak yarısının ciğerlerine ulaşabildiğini hissediyordu. Kapşonunu başına geçirdi. Saçları, rüzgarın etkisiyle yüzüne çarpmaya devam ediyordu.  Biraz daha sesini çıkarmaya devam ederse yakalanacağını düşünüp, nefesiyle öksürüğünü bastırdı. Artık gözleri yalnızca ayakkabılarının bağcıklarında, kaldırım taşlarının çizgilerinde ve yanından geçip gidenlerin ayakkabılarındaydı. Elinde olmadan ardındaki adımlara iyice kulak kesildi. Sesler sanki daha netti. Ağır fakat ritmik adımlar, kendi adımlarıyla eş zamanlı ilerliyordu. Aralarındaki uzaklığın ne kadar olduğundan haberdar değildi. Yalnızca arkasındaki adımların kendini unutturmayan varlığı, vücudunu baştan ayağa ürpertiyordu. Adımlarını son hızına ulaştırdı. Yol ayrımına geldiğinde aniden sağa döndü. Kalbi, kaburgalarını zorluyor, her atışında kulaklarında bir davul sesi gibi yankılanıyordu. Ciğerlerinde dolaşmaya çabalayan nefesi, kalbinin çarpıntısıyla birleşiyor ve dış dünyayı sessizliğe bürüyordu. Peşindekini atlattığını düşündü. Nefesinin ciğerlerine ilerlediğini hissetti. Titreyen ellerini yeniden iyice kollarının arasına sıkıştırdı. İçinden sürekli metre hesabı yapıyordu. Dudaklarını aralayıp sessizce “500” dedi. Yolun yarısını ancak tamamlayabilmişti. Sanki eskiden evinden dükkana kadar gittiği mesafe daha kısaydı. Yirmilerinin ortasına gelmiş bedeni, büyüdükçe yolların mesafesini de büyütmüştü. Peşindeki gölgenin karanlığı ile beraber damarlarına batan acının verdiği korku ve panik ayaklarının altındaki yolları uzatıyordu. Etraftaki sesleri duymakta son derece zorluk çekiyordu. Kalbinin yelkovanı o kadar hızlanmıştı ki bütün bedenini aksatıyordu. Adımlarını yavaşlattı. Havayı bedenine yaymaya başlayınca kulaklarındaki uğultu azalmaya, kalbinin ritmi yerine gelmeye başladı. Etrafındaki sesler kulağında netleşmeye başladığı an, ardındaki adımların kaybolmadığını anladı. Neredeyse peşindeki kişi de kendiyle aynı hızda sağa dönmüştü. Kapşonunu çıkardı. Ellerini saçlarının arasında gezdirdi. Sırılsıklamdı. Yüzünü koluna hızlıca sildi. Ardındaki nefes sesleri ensesini gıdıklıyordu. Göz ucuyla bile ardına bakacak cesareti kalmamıştı. Sokaktaki insanların devam eden garip bakışları, suçlu olan kendisiymiş gibi hissettiriyordu. Bakışlarını yerden kaldırdı. Israrla insanların gözlerinin içine bakıyordu. Fakat etrafındaki bakışlar değişmiyor, ona yardım etmek yerine onu yadırgıyorlardı. Umudunu kesti. Sonunda metre hesabı yapamayacak derecede hızlandı ve koşmaya başladı. Peşindeki adımlar da hızla koşuyor, soluklarının yakıcı sıcaklığını bir an olsun ensesinden ayırmıyordu. Var gücüyle hızını arttırdı. Peşindeki adımların sesi kesilmese de zaman zaman mesafesinin açıldığını anlayabiliyordu. Yolun geri kalan yarısını da hızla tamamladı. Solgun pembe renkte, etrafını yarısı kurumuş, yarısı da açmaya çabalayan çiçeklerin sardığı dükkanın önünde durdu. Bir anlığına hatırında kalan dükkanın epeyce canlılığını yitirmiş olduğunu düşündü. Derin bir nefes aldı ve peşindeki adımların yaklaşmasına fırsat vermeden kendini dükkana attı. İçeri girer girmez bekleyen müşterilerin tüm bakışları yüzüne çevrildi. Havasız bir kuyuda çırpınıyor olduğundan yüzüne yansıyan korkunun farkında değildi. İçerisi oldukça loş ve son derece gürültülüydü. İlk önce sesin nereden geldiğini anlayamadı. Tedirgin bakışlarını hızlıca etrafta gezdirince alışkın olmadığı bir manzara ile karşılaştı. Kasanın arka duvarı bomboştu ve tam ortasında bir televizyon duruyordu. Annesinin elleriyle yaptığı tabloların yerini, rengarenk bir kutunun içinde hararetle tartışan insanlar almıştı. Duvarların tatlı yeşilliği yerini boğucu bir griye bırakmıştı. Dergi raflarının yanında duran küçük masası artık birkaç plastik sandalyenin alanıydı. Kulağına çarpan televizyon sesi bulanıklaşmaya başladığında duvardaki tablolar gözünde netleşti. Etrafı tatlı bir aydınlık sardı. Bir kaç saniye durup nefes aldı. Sırt çantasının omuzlarındaki ağırlığını hissetti. Annesinin panik içindeki adımları hızla üstüne doğru koşuyordu. Kendini istemeden geriye çekti.

“Çabuk arkaya geç! Çabuk, geliyor mu?”

Sadece ter içinde kalan yüzünü onaylar anlamda salladı ve küçük adımlarını hızla kasanın arkasındaki depoya yöneltti. O esnada duvarda duran tabloları göz ucuyla süzmeyi de ihmal etmemişti. Deponun karanlık, hafiften rutubet kokan, zaman zaman örümceklerin gezindiği köşesine saklandı. Çantasını çıkarıp, ayaklarının dibine bıraktı. Bir süre yalnızca kendi nefes sesini duyabilecek kadar sessiz kaldı. İçinden ona kadar saydı. Yaklaşan herhangi bir adım sesi duymadığı için yüzünde, saklambaç zaferi gülümsemesi belirdi. Babasının onu yakalaması eskisi kadar kolay değildi artık. Altı ay önce, nefesindeki tıkanmayla teşhis edilen koah başlangıcı, onun eski gücünü engelliyordu. Öte yandan kendisi de on yaşına dayanmıştı. Dört yaşındaki halinden, daha kilolu, daha güçlü ve daha hızlı koşar haldeydi. Zaferini kanıtlayan bir sessizlikle, meraklı bakışlarını deponun köşesinden çıkardı.

“Ne oldu, koşamıyor değil mi?” 

Annesi, henüz dışarı çıkmaması için kolunu üzerine siper etti.

“Nefesi tıkandı. Geliyor.” 

Babasını henüz göremese de sokağın başından beri yankılanan öksürük sesinin giderek dükkana yaklaşmasıyla önce bakışlarını, sonra da bedenini depoya geri sakladı. Koşmaktan yorulmuş, şakaklarında akların belirginleşmeye başladığı, tombulca bir adam hırıltılı nefesiyle kapıda durdu.

“Çık lan dışarı! Biliyorum burada olduğunu!”

Lafını kesen art arda üç öksürüğün sonunda dükkana girdi. Alnında biriken damlacıkları elinin tersiyle savurdu.

“Nasıl da hızlı koşuyor p.ç kurusu…” 

Annesi, kasadan ayrılıp eşinin karşısına dikildi.

“Çık dükkanımdan.”

Adam nefesini toparlayıp, anında parmağını tehditkar biçimde savurmaya başladı. 

“Senin bu kızın var ya bir sürü y.vşak oğlanın içinde geziyor!”

“Saçma sapan konuşma, on yaşında çocuk hepsi. Çekil hadi.” 

“Hadi lan oradan, çocukmuş… Okuldan nasıl çıktıklarını görseydin bu kızını korumazdın.”

Korku dolu gözlerini deponun kenarından çıkardı. Anında babasının kapkaranlık gözleriyle karşı karşıya kaldı. Adam, kızıyla göz göze geldiği an pis gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. 

“Nereye saklanacaksın lan? Eninde sonunda eve gelmeyecek misin sanki?”

Adamın yüzündeki korkunç gülümseme o kadar yavaş ciddiyete büründü ki, babasının yüzünü resmen simsiyah bir kötülüğün kapladığına saniye saniye şahit oldu. İzlediği çizgi filmlerdeki canavarlardan daha kötü bir görüntüye sahipti. Şaşkınlık ve korkuyla karışık kocaman açıldı gözleri. Daha önce babasının yüzünü bu şekilde görmemişti. Babasının sesi fısıltı şeklinde çıkmıştı fakat küçük bedenine kuvvetli bir gürültüyle çarpmıştı. 

“Geberteceğim seni…”

Korkuyla sarsılan bedenini depoya geri çekti. Titremeye başladı. Dışarı çıkacak cesareti yoktu. Annesi ve babasının itişme ve bağrışma sesleri dışında hiçbir ses yoktu kulaklarında…

Benzer kavga seslerinin kulaklarını tırmalamaya başlamasıyla irkildi. Televizyonun varlığına yeniden şahit oldu. Bakkal yanına kadar gelmişti bile. Bekleyen müşteriler ise çoktan kendi rutinlerine dönmüşlerdi. Çoğu müşterinin bakışları televizyondaki programı takip ediyordu.

“Buyurun?”

Soluğunu dizginlemeye çalışarak, umursamaz görünen adama bir adım daha yaklaştı. 

“Peşimde biri var, beni takip ediyor. Bana yardım edebilir misiniz?”

“Sakin olun.”

Etrafını yeniden son derece tedirgin şekilde süzerken karşı kaldırımdaki adamla göz göze geldi.

“Orada!”

Başını hemen yere eğdi. Bakkal, müşterilerin kendi aralarındaki fısıldaşmalarına aldırmadan, sakince yanından geçip kapıya yöneldi. Adımları bir daha yanına dönmeyecek kadar sakin, yavaş ve çabasızdı. Durdu.

“Gördünüz mü?”

Adam cevap vermiyor, öylece dükkan camından dışarıya bakıyordu. Televizyon sesinin dışında kimseden çıt çıkmıyordu. Adamın cevap vermemesi tedirginliğini katlamaya başladı. Sorunun üzerinden en fazla iki saniye geçmişti fakat hissettiği süre on dakikadan fazlaydı. Boğazı kurumaya başladı. Nefesindeki zorlanma çok net duyuluyordu. Cevap arayan gözleri yeniden etrafı hızla süzdü.

“Su… Alabilir miyim?”

Televizyondaki sesler korkunç derecede fazlalaşmaya, insanlardaki sessizlik ise nefes alışverişlerinin bile duyulamayacağı seviyeye inmişti. Dükkanın bir köşesinde bekleşen müşteriler, ne bir şeyler alıyor ne de hareket ediyorlardı. Hepsi televizyona kitlenmiş, pür dikkat programı takip etmeye devam ediyorlardı. Adımlarını suların olduğu dolaba yöneltti. Dükkanda ondan başka hareket halinde olan kimse yoktu. Suyu tedirginlik içinde içmeye başladığı an kulakları televizyondaki sesleri daha net seçer hale geldi. Üst üste konuşmaların kavgaya kayan tınılarından sonra pişmanlık ve öğüt niteliğindeki tınılar kendini belli etmeye başlamıştı. 

“Her fırsatta karısıyla çocuğunu evden atmasaydı, çocuğun doğru düzgün okul hayatı olurdu.”

Bakışlarını televizyona çevirdi. Aynı anda ensesinde hissettiği ürperti bakışlarını cama çevirmesini sağladı. Karşı kaldırımda duran yüzünü seçemediği kişi, birkaç adım dükkana yaklaşmıştı. Elleri, tuttuğu suyu düşürecek kadar titremeye başladı. Bakkalın kendisini duyması için neredeyse haykırdı.

“Bakın! Görmüyor musunuz buraya doğru geliyor! Gördünüz mü! Duyuyor musunuz beni?”

Dükkana hükmeden tek şey televizyonun sesiydi.

“Evin kurallarına uysaydı güzel bir hayatı olurdu hanımefendi. Kız çocuğunun okumasına ne gerek var?”

Panik içinde dükkanın bir sağına bir soluna koşturmaya başladı. Kapşonlu takipçisi karşıdan karşıya geçmişti bile.

“Buraya geliyor, beni gördü yardım edin!”

İnsanların yanlarına kadar gidip çırpınıyordu. Yüzlerine, gözlerinin içine bakıyor fakat hiç kimseden tepki alamıyordu. 

“Neymiş kural, saçma sapan bahanelerle her gün babasından dayak yemek mi?” 

Televizyondaki ses neredeyse kulaklarını patlatacak kadar yükselmişti.

“Söyleyeyim; bana yemek hazırlayacak, bulaşıklarımı yıkayacak, çamaşırlarımı yıkayacak, evi çekip çevirecek! Okula gittiğinde ne olacak bak ben sana söyleyeyim; o p.ç oğlanların arasından toplayacağız kızımızı!”

Kulaklarını kapattı ve adımlarını dengesiz şekilde geri geri atmaya başladı. Zor dengelediği nefesi boğazında düğümlenir gibi ciğerlerine ulaşamıyordu sanki. Çocukluğundan beri aynı sözler kulaklarında yankılanıyordu. Programdaki adamın anlattıklarını ayıplayan dükkandaki kadınların nidaları, bütün duvarları hızlıca sardı. Herkes gözlerini ekrandan ayırmadan programdaki adamın sesini, sesleriyle bastırmak istiyor gibiydi. Çırpınmaları sesinin gücünü tüketmişti.

“Yardım… Edin…”

Kadınlardan zayıf, siyah saçlı olanı bakışlarını aniden üzerine doğru çevirdi. Kadının sureti tıpkı annesine benziyordu. 

“Bu adam en son, karısının babasından kalma dükkanına göz koydu dediler. Doğru mu?”

Kadının sorduğu soru üstüne doğru geliyordu. Sarf edilen kelimeler bile onu boğacak güçteydi. Bakışları istemsizce televizyonun olduğu duvara kitlendi. Doğruydu. Annesi öldüğünden beri, yaptığı tablolar artık bu duvarda değildi. Yalnızca babası ve günden güne kuruttuğu bu dükkan kalmıştı ellerinde… Sonunda adımları kasanın tezgahına çarptı ve durdu. Gidecek yeri kalmamıştı. Kulaklarını olağanca gücüyle kapatıyordu. Hiçbir şey duymak istemiyordu. Fakat televizyonun sesi kulaklarına değmeyi başarıyordu. Dükkanın kapısı aralandı. Takipçi içeri süzüldü ve kapının eşiğinde durup kapşonunu indirdi. Karşısında gördüğü kişi, kendisiydi. Yüzü, kıyafetleri, yürüyüşü tıpkı kendi gibiydi. Yol boyunca kendi kendini boğduğunu anladı. Tüylerini diken diken eden bu karşılaşmayı hala camın dibinde, öylece duran bakkalın kıpırdanması bozdu. Yavaş yavaş duyulan öksürük sesi, giderek şiddetlendi. Duyduğu tanıdık öksürük sesiyle beraber ellerini kulaklarından çekti. Bakkal, camın önünden ayrılıp öksürmeye devam ederek yüzünü döndü. Nefesini tek hamlede içine çekti. Babası, gömleğini yarısına kadar açmış, öksürerek üzerine doğru geliyordu. Artık nerede, kiminle olduğunun tamamen farkına varmıştı. Yarım saat önce babasının zor nefes aldığını fark ettiğinde, nefes açıcıyı getirmesi için kendisini eve yollamış olduğunu, nefesinin göğsüne batmasıyla hatırladı. Babası, dükkandan çıktığı andaki halinden daha kötü görünüyordu. Etrafını bu kez sakince süzdü. Dükkanda ne müşteriler vardı ne de onu takip eden kapşonlu biri. Hepsi ya kendisi, ya annesi ya da babasıydı. Yalnızca televizyon konuşmaya devam ediyordu. Babası, elini ona doğru uzattı. Öksürüklerinin arasına, zar zor kelimelerini birleştirerek konuştu.

“Getirdin mi?”

Babası sendeleyerek üzerine doğru gelmeye devam ediyordu. Kendini kasa tezgahının öbür ucuna kadar çekti. Elini çantasına attı. Nefes açıcının metal soğukluğunu hissetti, çantasındaydı. Babasının kıpkırmızı gözleri bütün bedeninde dolaşıyordu. Dükkandaki sessizlik, babasının hırıltılı nefes alışverişiyle kesiliyordu. Yutkundu. Son gücünü toplar gibi, bütün sesi dükkanın her bir köşesine çarptı.

“Neden orada duruyorsun? Ver şunu!” 

Babasının titreyen sesinin ardındaki bakışları hem tehditkar hem de yardım diler gibiydi. Titreyen elleriyle çantasından nefes açıcıyı zar zor çıkardı. Nefes açıcının soğuk metalini parmakları arasında hissettiği an, o metalden daha soğuk bir elin küçük kolunu kavramasıyla irkildi. Babasının sert, kemikli parmakları, sanki bir mengene gibi kapanmış, bileğini morartmaya başlamıştı. Korksa da gözlerini babasının gözlerine dikti. ‘’Yapma!’’ diye fısıldadı. Babası ‘’Benim kim olduğumu unutmayacaksın’’ diye homurdandı gözlerinde nefretle karışık bir parıltıyla. Canı yanıyor, bedenine vuran acıdan çok kulaklarını kesen sözcükler ruhuna işliyordu. Henüz sabahın ilk saatlerinde, bedenini tezgahın dibine sıkıştıran bir kabus gibi çökmüştü üstüne. Küçük avucuna sıkıştırdığı nefes açıcıyı sertçe çekip aldı. Bir yandan nefes açıcıyı ağzına tutuyor diğer yandan da kolunu sıkmaya devam ediyordu. Tek hatası, annesinin söylemesi üzerine nefes açıcıyı babasına getirmekti. Kolunu telaşla savurdu ve kendine geldi. Babasının eli kendisine doğru uzanıyor fakat teması sağlamak için çok uzakta kalıyordu. Nefes alışı gittikçe zorlaşıyordu. Dükkanın içi, sadece babasının boğuşan nefes sesleriyle doluydu. Beyninde bir savaş yaşamaya başladı. Bir yanda, babasının ona yıllarca yaşattığı acı, korku ve aşağılanma; diğer yanda, boğulmak üzere olan birine yardım etme içgüdüsü vardı. Babasının bu aciz hali, ilk kez bu kadar zayıf oluşu, tuhaf bir güç hissi uyandırıyordu bedeninde. Bedeni kaskatı kesilmişti, elleri titriyordu. Elindeki nefes açıcıyı bütün gücüyle sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Babasının gözlerinin içine baktı. Yüzü neredeyse tamamen morarmıştı fakat gözleri yardım dilenmeyi sürdürüyordu. Öksürük sesleri artık kulaklarını uğuldatacak kadar rutinleşmişti. Dükkandan uzaklaşmaya başlayan gün ışığı, babasının yüzündeki acıyı daha da belirginleştirdi. Bu yüz ifadesinin öfkeli halini tanıyordu. Annesinin ölümünden sonra tablolarını tek tek duvardan indirişini yeniden izliyor, yüzüne yansıyan öfkesini, iğrenç gülümsemesini zihninden silemiyordu. Derin bir nefes çekti içine. Bedenini hareket ettiremediği gibi, ellerinin titremesini de durduramadı. Yalnızca gözleriyle babasının hareketlerini takip ediyordu. Babasının dizlerindeki son güç kırıntısı da erimiş, bedeni yere çöker hale gelmişti. Son bir hırıltılı öksürük nöbetiyle yüzü tamamen morardı. Bedeninin ağırlığını taşıyamayan dizleri, yere yığdı bütün bedenini. Dükkanın içine, daha önce hiç bilmediği sağır edici bir sessizlik yayıldı. Yankılanan tek ses, düzensiz ve şaşkın soluklarıydı. Korku, yerini tuhaf bir uyuşukluğa bırakmıştı. Omuzlarını serbest bıraktı. Yılların zehri, omuzlarından akıp gidiyordu. Gözleriyle babasını baştan aşağı süzdü. Yüzünde, zaferin acı tadıyla hüzünlü bir kabullenişin harmanı olan, karmaşık bir tebessüm belirdi… 

A.Silvia Aydoğan

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top