
Gümüş grisi, ince kordonlu, siyah kadranlı saatine baktı. Her şeyin elektronikleştiği bu çağda, o hala eski saatinin tik taklarını seviyordu. Saat 11.01’di. İçinden tam “Allah kahretsin” diyecekti ki, bunu “Allah’ım, ne olur yetişeyim” diye değiştirdi. Böyle sözlerden kaçınırdı, çünkü sözü dönüp dolaşıp kalbine dokunurdu. Bazen kendini çok sıkışmış ya da bunalmış hissettiğinde dilinin ucuna kadar geliyordu ve tam o anda değiştiriyordu.
Yetişmesi gereken bir ders vardı. Bu ders için iki ay öncesinden kayıt yaptırmıştı; üstelik şehir dışından katılıyordu. Panik halde bir saate, bir servis aracını kullanan şoföre, bir de telefonunda açık duran navigasyona bakıyordu. Navigasyona bakıp süreyi hesaplıyordu; iki dakika içinde servisten inecekti. Hemen metroya yetişmesi, iki durak sonra inmesi, koşarak yukarı çıkması ve durağa gidip otobüse yetişmesi gerekiyordu. İmkansız gibi görünüyordu ama sanki ucu ucuna yetişebilirmiş gibi hissediyordu. Daha önce de böyle kıl payı yakaladığı anlar olmuştu.
Servis, metro durağının önünde durdu. Hande siyah, bol, dökümlü pantolonu, mavi terlikleri, üzerindeki ince askılı, sade beyaz bluzu ve küçük sırt çantasıyla hızlıca servisten indi. Metronun girişine doğru koşmaya başladı. Narin, ince yapılı, orta boylu bir kadındı. Telaşla koşuşunu uzaktan gören, onu henüz liseli bir genç zannedebilirdi. Oysa önümüzdeki ay 40 yaşına basacaktı.
Yürüyen merdivenlerden uçarcasına aşağı doğru iniyordu. Kendini bir yandan sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan da sinirden ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.
Hızlıca çantasını sırtından çıkarıp içinden turuncu, etnik desenli, el yapımı küçük cüzdanını çıkardı. Neredeydi bu İstanbulkart? Kartı bulup hızlıca okutup içeri girdi. O esnada cüzdanını çantaya koymaya çalışırken yere düşürdü. Cüzdanı almak için aceleyle yere eğilirken çantası omzundan kaydı. Hızlıca cüzdanını sağ eline, çantasını sol eline aldı ve tekrar koşmaya başladı.
Yürüyen merdivenler sanki sonsuzluğa iniyordu, bir türlü sonu gelmiyordu. Hande kalabalığa sürekli “Pardon!” diyerek merdivenleri birer ikişer atlıyordu. Son basamaklardaydı, metro orada öylece kapıları açık duruyordu. Tam metroya bineceği alana ulaşmıştı ki metro kapılarını kapattı ve hareket etti.
Hande, sağ elinde turuncu cüzdanıyla metroya doğru uzanmış ve sarı çizgilerin ardında kalmıştı. Sol elinde çantası öylece aşağı sarkıyordu. Yanakları kıpkırmızıydı. Koşturmaktan dağılan saçları içindeki paniğin dışavurumuydu. Beyaz bluzunun ön sağ alt köşesinde küçük bir nakış vardı, bir kaplumbağa. Onun acelesiyle tezat oluşturmak ister gibiydi. Boynundaki ince kolyenin ucunda duran minik aytaşı, beyaz bluzunun askısına takılmıştı.
Gözlerini sadece metronun karşıdaki boş duvarları ve o duvarlarda asılı olan reklam panoları görebilirdi. Ama eğer karşıda biri olsaydı ve Hande’nin gözlerini görseydi, gözlerinin içinde biriken yaşların dökülmekle dökülmemek arasında bir yerde asılı kaldığını fark ederdi. Sanki yaşları birikmiş, birikmiş ve bir noktada durmuştu. Gözünü kırptığında ya da içerden yeni bir damla daha gelip birikenleri ittiğinde yaşlar dökülecekti. Mavi terlikli ayakları sarı çizginin gerisinde sıkıca duruyordu. Ayakları sanki yere mıhlanmıştı. Siyah, bol dökümlü pantolonunun üzerine konan sinek Hande’nin sağ bacağında bir yukarı bir aşağı yürüyordu. Sinek pantolonun siyahlığında kayboluyordu. Sadece çok yakından ve dikkatle bakarsan görebileceğin bir ayrıntı gibi.
Metronun bekleme alanındaki bankta oturuyordum. Acelem yoktu; erkenden gelmiştim. Arkadaşlarımla buluşacaktım ama yirmi dakika sonra gelen metroya binsem yeterliydi. Bir yandan telefonuma bakıyor bir yandan da kafamı kaldırıp gelip geçen kalabalığı, insanları izliyordum. Metro her zamanki akışındaydı; insanlar iniyor, biniyor, telefonuna bakıyor, yanındakiyle sohbet ediyor, bir yerden bir yere gitmeye devam ediyordu.
O esnada, sahneye aniden dalan bir oyuncu gibi, bir elinde cüzdanı bir elinde sırt çantasıyla metro alanında beliren kadına baktım. Metroya neredeyse yetişecekti, neredeyse binecekti ama kapılar kapanıverdi. Ben bile bir an heyecanlandım. Kapı kapanmadan son anda içeri girebilecek gibiydi. Arkası bana dönük olduğu için yüzündeki ifade hakkında bir fikrim yoktu. Ama ben sırtından bile duygusunu hissedebilmiştim.
“Nereye yetişmeye çalışıyordu acaba? Belli ki bayağı acelesi var, keşke yetişseydi. Yanına gitsem mi?” diye düşünceler aklımdan geçerken, bir yandan göz ucuyla ona bakıyordum. Niye yanına gitmek istemiştim, bilmiyorum. Hızlı hızlı nefes alıp verdiği, yükselip alçalan omuzlarından belliydi. Cüzdanını çantasına koydu, çantasını sırtına taktı. Elleriyle dağılmış saçlarını düzeltti.
Sonra birden tam benim olduğum yöne doğru döndüğünde birkaç saniyeliğine göz göze geldik. Birkaç saniye miydi, bir saniye mi, dakikalar mı bilemiyordum. Garip bir andı. Hem kısaydı hem uzundu. Ağlamak üzereydi. Bluzunun askısına takılan kolyesini çekti, bir eli kolyesinde kalıverdi. Gözlerini çevirdi ve sol yanımdaki boş banka doğru geçip oturdu. Dirseklerini bacaklarına dayadı, yüzünü ellerinin arasına aldı, başını yere eğdi.
“İşte metro orada, kapıları açık, koş Hande koş!” içimden kendi kendime bağırıyordum. Sağ kolum istemsizce metroya doğru uzandı, sanki onu durdurabilecekmişim gibi. Metronun kapıları gözümün önünde kapandı. Eğer üç saniye erken gelsem yetişecektim. Nefes nefese kalmıştım, ter içindeydim.
Gözlerim birden sulanmaya başladı. İçimden “Ağlamak istemiyorum” dedim. Ağlarsam rimelim akacak, bir de onunla uğraşmak istemiyorum. Dersi kaçırdım. Bu derse katılabilmek için bütçemi zorladım, ödemesini yaptım, tam üç saattir yoldayım. Üç saniye ile en az bir saatim gitti. Metro gelse ne olur ki artık. Olumsuz düşüncelerin içinde kaybolmak üzereyken bir an durdum. “İlla ki başka bir şekilde giderim, biraz geciksem ne olmuş?”
Biraz geciksem çok şey olmuş! Neden kaçırıyorum? Herkes başlayacak, açılışı yapacak, tanışacak. Bense derse belki yarısında ancak yetişeceğim. Sürekli Pollyanna misali iyi tarafından bakmaktan sıkıldım. Evet, sıkıldım. Ağlamak istiyorum, “Allah kahretsin” demek istiyorum. Altı üstü bir dans dersine katılmak bu kadar zor olmamalı diye bağırıp çağırıp ağlamak istiyorum. Ama işte elimden bir şey gelmiyor. Zamanı geri alamıyorum. Şimdi bu oluyor, elimde sadece bu var… diye düşünceler durmaksızın aklımdan geçip gidiyordu.
Bir sonraki metroyu beklemek için oturmaya karar verince arkamı döndüm, hemen hemen benim yaşlarımda bir kadınla göz göze geldim. Gözlerinde farklı bir şey vardı. Sanki bir tanıdıklık, sanki bana yakın olan bir şey gibiydi. Ne olduğunu bilmiyordum. Derdim başımdan aşkındı, kadının gözlerini düşünecek halim yoktu.
Gözlerimi kaçırıp sol tarafındaki boş banka gidip oturdum. Yüzümü ellerimin arasına aldım. Gözlerim sanki yere sabitlendi. Derin bir nefes aldım.
Birbirini hiç tanımayan, farklı şehirlerde bambaşka hayatlar yaşayan bu iki kadın; Hande ve bankta oturan kadın, bir an göz göze geldiğinde bir şey oldu. Adı konamayan bir şeydi bu. Hani eşsiz bir manzara ya da gün batımı karşısında büyüleniriz, içimizde iliklerimize kadar hissederiz, ama birine o hissi tarif etmek istediğimizde yeterli gelecek sözcükleri bulamayız. Öyle bir andı. Bu anı hissedebilmek için her iki kadının da yaşamını, en azından yakın geçmişlerini bilmek ve onları o gün, o an, orada sadece birkaç saniye bakışmaları için karşılaştıran sihirli zamanı anlamak gerekiyordu.
Hande ne kadar telaşlıysa kadın o kadar sakindi. Hande’nin acele etmesi gerekirken kadın vakit öldürüyordu. İsterse ilk metroya binerdi, isterse daha sonrakine binerdi. Gideceği yere erken gitmesi gerekmediğini düşünüyordu. Ve orada oturarak pekala vakit geçirebilirdi.
Hande nefes nefeseyken, gözlerinde yaşlarla kadına baktı. Kadın da oturduğu yerde, elinde cep telefonu, kucağında yeşil kumaş el çantasıyla Hande’ye bakıyordu. Sanki bir saniye daha fazla birbirlerine baksalardı, sadece bakışarak Hande derdini anlatacak, kadın da onu anlayacak ve sakinleştirecek gibiydi. Eğer birbirlerini tanısalardı, birbirlerine ömür boyu omuz verecek iki arkadaş olabileceklerinden habersizlerdi. Birbirlerine öğretecekleri çok şey vardı.
Fakat bundan henüz onların haberi yoktu. Birbirlerine baktılar ama hiç konuşmadılar.
Konuşmadılar ama ya sonra diye soracaksanız eğer, bir gün başka bir yerde, başka bir zamanda yeniden karşılacaklardı.
Tuğba Atamer
Tüm anları yaşatan, Hande ile telaş edip diğer kadınla vakit öldürdüğüm hepsi ben hissettiğim bir yazı olmuş. Metroda karşı durağın reklamlarını bir ben gözlemiyormuşum. Merak ettim devamını. Ellerine sağlık.
Kitap olsa bitsin istemezdim.
Devamını merakla bekliyorum.
Hande ile telaşlandım.
Yalnız değilsin diyip sarılmak istedim 💕
Bazen telaş içinde bazen sakince oturup bekleyen parçalarımız, hepsi bize ait. Metroda reklam izlemek, panolara bakmak.. bence bayağı kalabalığız. Yorumun için teşekkür ederim Güliz.
Bir zamanın etek ucunda bu iki kadınla tanışmak ve merak uyandırmak. Tuğba Atamer bizi daha çok yolculuklara çıkaracak belli ki.
Betimlemelerle ben de kendimi o metro istasyonunda hissettim. Cüzdanın ve çantanın hangi elle tutulduğu dahi düşünülmesine şaşırdım. Hande’ye biraz kızdım gibi de o kadar önemli derse neden daha erken çıkmadın diye, devamını merak ediyorumm
Birbirine şifa olacak kadınların tanış olması dileğiyle… Kalemine sağlık sevgili Tuğba🌹
Çok kez yaşadığım bir an bu kadar iyi betinlenebilirdi bir daha yaşadım stresi, „şu an elde bu var arkadaşım“ farkediş ve kabullenişini ve o anlık tılsımı ✨ devamı olsa keyifle okurdum, kalemine, düş gücüne, yaşanmışlığına sağlık…
Akışı muhteşem çok doğal ve çok gerçek ni yerden hissettiren bi hikaye olmuş devamını merakla bekliyorum kalemine sağlık tuğba🤍
Gözümün önünde yaşanmış gibi hissettim. Bu ne kadar güzel anlatım. Devamını bekliyoruz 🙂
Ne güzel bir karşılaşma, henüz güzel olduğunu bilmeseler de🥰
Eline kalemine sağlık Tuba 🙂
içim ısındı okurken ne olur devamı gelsin çok güzel bir roman girişi gibi geldi bana :))