
Çizer: Şefkat “Sabiş” Sofu
Ova sabahı bembeyaz bir örtü gibi serdiğinde, göğün kıyısında, incecik bir dere kıvrılarak akıyordu. Suyun sesi ne gür ne cılızdı; tam da bir salkım söğüdün kalbine dokunacak kadar yumuşak, bir kekliğin ayak sesini gizleyecek kadar zarifti.
İşte o derenin kıyısında tek başına bir ağaç vardı.
Bir salkım söğüt…
Dalları yere değiyor, bazen suya karışıyor, bazen de rüzgârla uçar gibi dans ediyordu. Sanki dünya birazcık daha yalnız olsa, bu ağaç kollarını uzatıp gökyüzüne sarılacaktı.Öyle yalnız, öyle derindi. Salkım Söğüt konuşmazdı. Ama dinlerdi. Toprağın içindeki hışırtıyı, suyun içinden geçen balıkların düşüncesini bile duyardı. Her şeyi hissederdi ama kimse ona adını sormazdı. Ta ki… Küçük bir keklik her sabah su içmeye gelene dek.
O keklik, toprağa her bastığında, sanki utangaç bir şiir okur gibi yürürdü. Minicik gagasıyla suyun yüzeyini öper, sonra bir an başını kaldırır, söğüdün dallarına bakardı. Her sabah… Hiç aksatmadan.
Keklik konuşmazdı. Ama kalbinde fırtına gibi bir şey vardı. Bir ağaca tutulmuştu. Ve bu öyle bir sevgiydi ki… Birileri bilseydi, gülüp geçerdi haline. Ama keklik gülmüyordu çok ciddiydi bu konuda. O, dalların göğe uzanan sessizliğine aşıktı.
Söğüdün yere sarkan saçlarında, kendi yuvasını hayal ediyordu. Bazen geceleri dereye yansıyan ağaç gölgesine bakar, “Keşke ben de dallarına konabilsem,” derdi. Ama konmazdı. Çünkü dokunursa bozulur sanıyordu o kutsal görüntü. Salkım Söğüt ise, kekliğin her gelişini hissederdi. Köklerine küçük titreşimler inerdi, su sesinin ritmi değişirdi. Ama hiç konuşmazdı. Zira ağaçların dilinde kelime yoktu, sadece beklemek vardı.
Bir gün, hava değişti. Gri bulutlar ovanın üstüne ağır ağır çökerken, rüzgâr savruldu, yağmur damlaları düştü. Keklik her zamanki saatinden önce geldi. Korkuyordu. Çünkü yukarıda kartallar dönüyordu. Küçük kanatlarıyla o hızlı kaçamazdı. Ve sığınacak tek yer… Salkım Söğüt’tü.
Keklik bir adım attı. Sonra bir adım daha. Gagasıyla söğüdün en alçak dalını itti, dal titredi. Ve o an… Sanki yıllardır sessiz kalan bir şey kırıldı içerde. Söğüt, ilk kez kendi iradesiyle eğildi. Kökleri kasıldı, gövdesi çatırdadı, dalları açıldı. Ve keklik, o uzun dalların arasına saklandı. Rüzgâr uğuldadı, yağmur göğü deldi. Ama söğüt eğildi, dallarıyla kekliği örttü. Sakladı, korudu, sevdi.
Keklik kalp atışlarını hissediyordu. Ama bu defa sadece kendi kalbini değil… Söğüdün kalbini de duyuyordu. Her bir dal, “Ben buradayım. Sen buradasın. Birlikteyiz.” diyordu usulca.
Yağmur dindi. Gökyüzü açıldı. Keklik dalların arasından çıktı ama gitmedi. O günden sonra hiç gitmedi. Salkım Söğüt’ün köklerinin hemen yanına bir yuva yaptı. Her sabah onun gövdesine dayanarak su içti. Geceleri dallarına sokularak uyudu. Ve Söğüt, her gün biraz daha eğildi.
Yıllar geçti. Söğüt yaşlandı. Ama dalları hep o kekliğin üzerine doğru uzandı. Artık rüzgâr estiğinde dallar suya değil, kekliğin yuvasına dokunuyordu. Ve her dokunuş bir dua gibi, bir sevda gibi, bir veda gibiydi. Sonunda… Ova suskunlaştı.
Salkım Söğüt bir gece sabaha doğru, hiç ses çıkarmadan köklerinden ayrıldı. Ama dalları hâlâ kekliğin yuvasını sarıyordu. Ve keklik… Başını onun gövdesine yaslayıp şöyle fısıldadı:
“Ben seni bir ağaç sandım.
Meğer sen…
Benim kalbimmişsin.”
Şefkat “Sabiş” Sofu