
Çizer: Gülsün Göknur Demirbaş
Cem’le bu kadar yakınlaşmayı beklemiyordu Melis. Bir yıl kadar önce gittiği bir dikiş kafesinde tanışmışlardı. Çoğalmıştı şehirde bu tarz kafeler; sürdürülebilirlik, önemli bir kavram olmuştu son yıllarda. Bu kafelerde insanlar hem dikiş makinelerini kullanarak kıyafetlerini yenileyip dönüştürebiliyor, hem de dikiş dersleri alabiliyordu. “Gelişmiş ülkeyi günlük dertlerinden tanıyabilirsin.” diye düşündü. Avrupa’yı ve dertlerini seviyordu.
Önce harıl harıl okuyup, sonra yurt dışında eğitim ve çalışma derken, hiç eğilmemişti dikiş nakış olayına. Feminen olarak etiketlenen her şeye de mesafeli durmuştu bunca yıl “feministim” diye. Ama yıllar içinde kendini bulmaya başladıkça, etiketlerin değil, ona iyi gelen kendi doğrularının peşinden gitmeyi öğrenmişti. Birkaç yıldır varlığını bildiği ama kapısından hiç girmediği bu kafeye dikiş dersine gelmeye başlamıştı. Annesinden aldığı özel bir yetenek olmadığını fark edip biraz bozum olsa da bırakmak istemiyordu.
Bir dikiş dersi sonrası kahvesini alıp kafede çalışmaya devam etti. Kızıl bukle bukle saçlarını dağınık bir topuz yapmıştı. Kafe sıcaktı; Allah rızası için bir kafede de klima olsaydı şu ülkede şahane olacaktı. Çok sevdiği kırmızı seramik küpelerini takmıştı. Uzun, zarif boynunda topuzundan düşmüş birkaç tel saç arasından parlıyordu küpeler. Çilleri artmıştı yazın güneşten, güneş kremini ihmal etmişti bugünlerde. Ama çillerini de pek seviyordu. Elindeki işe dalmışken, yan masada oturan biri makasını ödünç istemişti. Aksanından ve tipinden Türk olabileceğinden şüphelenip sormuştu. Bu kafede bir Türk beklemiyordu nedense; aslında bir Türk erkeğinin böyle bir kafede dikiş dikmesini beklemiyordu. Böylece tanışıp ufak ufak muhabbete başlamışlardı. Cem de her hafta geliyordu kafeye ama günleri değişiyordu bazen, bu yüzden daha önce karşılaşmamışlardı.
Yolları yurtdışına düşen birçok Türk gibi Cem de mühendisti. Londra’da MBA yapmış, biraz çalışmış ve buraya taşınmıştı birkaç yıl önce. “MBA’i de çok geyik buluyorum bu devirde.” diye ağzından çıkıvermişti Melis’in daha ilk muhabbetlerinde. Bir yandan dikiş dikip, bir yandan konuşunca, çoklu görev sırasında beyni ağzından çıkanları filtrelemeyi ihmal etmişti. Düzeltmeye çalıştı ama söz ağzından çıkmıştı bir kere. Dağınık bırakmak en iyisiydi bu saatten sonra. Cem eğlenmişti bu patavatsızlıkla. Melis buna patavatsızlık yerine “radikal dürüstlük” demişti gerçi. Sonunda düşündüğünü söyleyen, esprili, kendine güvenen bir kadınla karşılaşmış olmaktan memnundu.
Aylarca her hafta dikiş derslerinde birbirlerini görmeye devam ettiler. Cem’in dikiş kafesi günleri artık değişmiyor gibiydi. Melis, Mehmet’ten sonra keyifle bu kadar uzun muhabbet edebildiği başka biriyle tanışmayı beklemiyordu. Bu, her insana nasip olmayan bir lükstü. Yalnızlığı severdi; kıymetli zamanını ancak çok sevdiklerine, kendisiyle muhabbetten sıkılmadıklarına ayırırdı. Eşi Mehmet de onlardan biriydi. Bu yüzden evlenmişlerdi. Saatlerce her konudan konuşabilirlerdi; ilgi alanlarının farklı oluşu onları birbirinden uzaklaştıracağına, muhabbetlerini zenginleştiriyordu. Cem’le de benzer bir muhabbetleri vardı ama o hayata karşı alaycıydı, sivri dilliydi ve kibre kaçan bir özgüveni vardı. Normalde alaşağı etmekten zevk duyacağı bu aşırıya kaçan özgüven çekici gelmişti ona her ne hikmetse.
“Evlenmeye ne dersin?” dedi Mehmet birden, yeni keşfedip çok sevdikleri şarap barında. Üniversite sonda tanışmışlar, bir ara yolları ayrılmış olsa da kopmamış, birlikte Amerika’ya yüksek lisansa gelmişlerdi. Okul bitmek üzereydi ve Avrupa’ya taşınma planları yapıyorlardı. Şaşkındı, evlenmeyi hiç düşünmemişti, bu konuda konuşmamışlardı da. Mehmet’in cebinden çıkardığı yüzükten, bunu bir süredir planladığı belliydi. Bir şarküteri tabağı geldi o sırada masaya, peynirlerden kalp yapmışlardı. “Mühendisin romantizmi bu kadar olur.” diye düşündü, hoşuna gitmişti bu çaba. Mehmet uzun boyu, simsiyah saçlarına tezat parlayan mavi gözleri ve keskin yüz hatlarıyla hoş bir adamdı. Onu ilk gördüğünde dış görünüşünden etkilenmiş olsa da zekâsına, espri anlayışına ve yumuşak kalbine takılmıştı. Kendisine yıllardır sevgiyle bakan bu gözlere dikti gözlerini ve büyük bir mutlulukla, hiç şüphe duymadan taktı o yüzüğü parmağına.
Cem dikiş konusunda Melis’ten iyiydi. Derslerde çıkardığı işler o kadar iyiydi ki Melis’e ek ders veriyordu neredeyse. Her hafta onunla buluşmayı iple çekiyordu. Cem’in arkadaşlıktan fazlasını istediğini hissediyordu zaman zaman, ama bunun üstüne çok düşünmek istemiyordu. Şüphesi yerinde olsa etik bir ikileme girerdi, hiç o topa giresi yoktu. Cem’den vazgeçmek istemiyordu. Niye onun sorumluluğunu üstüne alsındı ki hem, o bu konuda bir şey söylemediği sürece ona da haksızlık ettiğini düşünmüyordu. Kafeden çıkıp bisikletlerine yürümek dışında dikiş kafesinin haricinde görüşmemişlerdi. Bir kadın ve bir erkek çok yakın arkadaş olabilirdi ayrıca. Hep bunu savunmuştu, “kaçıncı yüzyıldayız” diyerek yükseldi kendi kendine. Belki de gereksiz yere şüpheleniyordu, tamamen kuruyordu. Sonuçta kendisinin de çok yakın erkek arkadaşları vardı. Hepsinin çok yakın kız arkadaşlarıyla evli olması sadece tesadüftü. “Bırak bu oryantal kafaları Melis.” dedi kendi kendine. Gene de, muhabbetlerinden fazlaca zevk aldığını fark edince, konuşma arasında evli olduğunu ima etmişti. Bunca yıllık ilişkiden sonra yüzük takmıyorlardı ne de olsa. Artık bu bilgiyle ne yapacağını Cem düşünecekti. Belki de düşünmeyecekti, çünkü her şey Melis’in kurgusuydu.
Evlilik yıldönümleri için şık bir restoran seçmişti Mehmet. Beş yılı devirmişlerdi göz açıp kapayıncaya kadar. Melis hayatı kutlamak için fırsatlar yaratmayı severdi. Mehmet de ona seve seve eşlik ederdi, onun yaşam sevinci kendisine de can verirdi. Önce kızıl saçlarına, incecik siluetine ve muzur bakışlarına, sonra Melis’in hayata karşı merakına ve heyecanına vurulmuştu. Dikişe çok sarmıştı son aylarda mesela, fena iş de çıkarmıyordu. Çocuk yapmaktan konuşmaya başlamışlardı. Melis hiçbir zaman çocuk istememişti ama neden olmasındı. Mehmet bir süredir yer yer konuyu açıp suyu test ediyordu, Melis bugüne kadar hep bu mevzuyu ertelemeyi başarmıştı ama artık ne iş bahanesi vardı elinde, ne de ilişkinin tazeliği. Neden olmasındı da, aklı biraz karışıktı son zamanlarda.
Melis o gün dikiş kafesine gidememişti, işleri çok yoğun olduğu için. Haftanın üç günü evden çalışıyordu, ama o gün önemli toplantılar için ofise gitmesi gerekmişti. Cem’i görememiş olmak bir eksiklik hissi yaratmıştı onda. Aylardır neredeyse her hafta aynı gün, aynı saatte onu görmeye fark etmeden çok alışmıştı. Aramayı düşündü onu ama enteresan bir şekilde tanıştıklarından beri sadece mesajlaşıyorlardı, kafedeki anlar dışında hiç konuşmazlardı. Tam bisikletine binmiş eve doğru yola çıkmak üzereydi ki ondan mesaj geldi. Bir süredir üstünde çalıştığı ceketi bitirmişti sonunda, fotoğrafını atmıştı. O an hissettiği heyecanı ve yüzündeki gülümsemeyi fark edince, ilk kez büyük bir suçluluk hissetti Melis. “Oryantal kafama sıçayım.” dedi ve bacaklarından acısını çıkarmak istercesine asıldı pedallara.
Doktorun bekleme odasındaki eski sandalyelerden birine ilişti, bu haberi hazmetmesi gerekiyordu. Bekleme odası çok eski ve zevksizdi. Duvarlar eskiden belli ki beyazdı. Odada külüstüre çalan eski beş-altı sandalye ve kenarlarında bir sürü çatlağı olan, cilası yenilenmeyeli yıllar olmuş ahşap bir masa vardı. Çocuklar oyalansın diye dandik plastik küçük bir masa da koymuşlardı köşeye; masanın üstüne de sağı solu darbe almış, boyası gitmiş ahşap birkaç oyuncak. Bu depresif bekleme odasını renklendiren ve katlanılır kılan tek şey duvardaki iki resimdi. Renkleri ve fırça darbeleriyle hem çok derin hem de iç açıcı tablolardı. Odanın geri kalanına hiç uymayan bu tablolara dalıp gitti. Altı haftalık hamile olduğuna inanamıyordu. Evlilik yıldönümlerinin ertesi haftası denemeye başlamışlardı. Arkadaşlarından duyduğu felaket senaryolarından sonra bir seneden önce hamile kalmayacağını düşünüp rahatlıyordu. Mehmet denedikleri için memnundu; o da daha bir senesi olduğu için. O an üstüne ceket atsan hamile kalan köylü kızı gibi hissediyordu kendini. Mehmet’in sperm kalitesine sağlıktı!
Minyon olduğu için kimse anlamıyordu dört aylık hamile olduğunu. Onun da işine geliyordu bu durum, zira herkese söylemek istemiyordu. Haberi hazmetmişti ve artık mutluydu ama bir şekilde Cem’le paylaşamamıştı bu haberi. Bilip ne yapacaktı zaten. Doğumda elini tutacak değildi ki bu bilgiyi koşa koşa onunla paylaşsın. Tatilden önce son kez gidiyordu o gün dikiş kafesine. Kafeden içeri girdiğinde, Cem bembeyaz dişlerini göstererek kocaman bir gülüşle içini açtı. Boynuna kadar inen lüle lüle saçlarını toplamıştı o gün. Gözleri o kadar koyu kahverengiydi ki siyaha çalıyordu. Gamzeleri gülüşünü çok sempatik yapardı. Öyle ki bazen Melis gözlerinin onun gamzelerine takıldığını hisseder, sonra nereye bakacağını şaşırdığından dikkati dağılırdı. Cem, bunu fark eder miydi hiç bilemezdi.
Başladılar yan yana dikiş istasyonlarında çalışmaya, ardından her zamanki gibi yorgunluk kahvesiyle muhabbet etmeye. Cam kenarındaki masalardan birine geçtiler. Cem’de o gün telaşlı bir hâl var gibiydi, bir tereddüt vardı sanki tavırlarında. “Hamilelik beni aşırı duyarlı yaptı.” diye geçiştirdi bu düşünceleri. Tam ona geçenlerde okuduğu bir felsefe kitabının çok etkilendiği bir yerinden bahsederken, aniden “Seni seviyorum Melis.” dediğinde Melis’in kalbine bir öküz oturdu. Sıcak bir ocağa elini değmiş gibi cız etti içi. “Şimdi mi?” diye düşündü. Eşcinselim deseydi, taşınıyorum deseydi, ölüyorum deseydi; ama bunu demeseydi.
Bilemedi ne diyeceğini; şaşkın ve boş bakışları Cem’in gözlerine takılıp kalmıştı. İki eliyle tuttuğu kahve kupası havada asılı duruyordu. Dudakları bir şey söylemek ister gibi aralıktı. Cem’in bakışlarında suçlulukla karışık bir heves vardı. Ellerini masanın üstünde kavuşturmuş, masaya doğru eğilmiş, gözlerini onun gözlerine kitlemişti. Kafenin rengârenk ipliklerle ve yünlerle dolu rafları, fonda şu an masalarında yaşanan gerginliğe tezat bir tablo gibiydi. Siluetleri ve masanın üstündeki küçük vazoda duran iki dal mor çiçek kafenin camından yansıyordu.
“Ne dememi bekliyorsun?” diyebildi ancak Melis, yaklaşık bir dakikalık bir sessizlikten sonra.
“Ben de seni desen şahane olur tabii. Ama sanırım o noktada değiliz.” diyerek hafifçe gülümsedi Cem umutla. Her durumda espri yapabilmesini seviyordu Melis.
“Bana bunu söyleyerek beni etik bir ikileme soktuğunun farkında mısın?”
“Dillendirmediğimiz sürece etik bir problem yoktu yani?”
“Var mıydı emin değilim? Emin olmadığın bir şeyden etik olarak sorumlu olabilir misin?”
“Etik felsefesine mi girsek şimdi? Ayrıca, içine atmak verem yapıyor diyorlar.”
“Rahatladın mı bari?”
“Düşündüğüm kadar değil ama Mehmet’in adını hâlâ anmamış olman bir umut vermedi değil.” dedi muzipçe gülümseyerek.
“Söylememe gerek var mı? Aramızda kocaman bir sessizlik şeklinde durmuyor mu zaten?” dedi Melis laf sokar gibi hafif sert bir ses tonuyla.
Ardından yumuşacık “Cem, ben seni kaybetmek istemiyorum…” dedi ve sustu. Çünkü bundan sonra söyleyeceği hiçbir şey radikal dürüstlük prensibine yakışmayacaktı. Zaten onunla tanıştığından beri ne kadar dürüst olmuştu kendine ya da Mehmet’e sorgulanabilirdi. Nerede geçti dürüstlükle salaklık arasındaki o ince çizgi? Yok yere Cem’den bahsedip Mehmet’le çatışmanın anlamını görmemişti. Bu kadarı dürüstlük değil, düpedüz huzuruna çomaktı. Öte yandan şu anda da çok huzurlu sayılmazdı, Mehmet olaydan habersiz haklı çıkmıştı.
Bu ikilem içinde öyle huzursuz hissetti ki Cem’in ağzını açmak üzere olduğunu fark edince “Ben hamileyim” dedi telaşla. Yanakları kıpkırmızı olmuştu, sıcak mı basmıştı, ateşi mi çıkmıştı emin değildi. Belki de beyni su kaynatmıştı. Hazırcevap, her şeyde alay edecek bir taraf bulabilen Cem yumruk yemişe dönmüştü. Melis’in kollarına atlamasını beklemiyordu, ama bu da arabesk film tadında bir talihsizlikti. Şimdi sessizlik sırası ondaydı.
Sessizlik uzadıkça aralarındaki mesafe artıyordu sanki. Cem kendine geldi ve gene en güçlü kası olan mizahla Melis’in sinir sistemine destek atarcasına “Benden değil sanırım?” diyerek zorlama bir tebessüm attı ortaya.
Güldü Melis, ağlamak istiyordu aslında. Gözlerini onun gözlerinden ayırmadan güldü. Onun hafif acılı, sıcak bakışlarında mantığını kapatıp aylardır yaptığı gibi düşünmemeyi seçti o an ve dudaklarını onunkilere doğru götürdü ani bir kararla. Cem şaşırdı. Daha elleri bile dokunmamışken dudakları kısacık da olsa buluşmuştu. Melis’in ne düşündüğünden emin değildi ama umurunda da değildi. Şu an tek yapmak istediği bu kadını sevmekti her şeye rağmen. Melis gözleri dolu, çok nazikçe dudaklarını geri çekmek üzereydi ki, Cem incecik belinden tutarak onu kendine doğru çekti. Bu sefer uzun uzun öpüştüler hasret giderir gibi. Melis, o an suçluluk hissetmedi. Suçluluk duygusuyla bozulamayacak kadar güzeldi o an. Dudakları ayrıldığında alınlarını birbirine yasladılar, ikisinin de bu beklenmedik duygu seli içinde soluklanmaya ihtiyacı vardı.
Melis başını kaldırdı, gülümseyerek “Sana gidelim mi?” diye sordu. Cem’i hayatında bu kadar şaşırtan başka biri daha olmamıştı. Tanımadığı Mehmet’i düşünüp dertlenemeyecekti; Melis’i ilk o gördü diye vaz mı geçseydi? Ayağa kalktı, tuttu elinden Melis’in, kafeden çıktılar sessizce. Evi on dakikalık yürüme mesafesindeydi; her yere bisikletle gitmeye alıştığı için gene bisikletle gelmişti kafeye. Melis şehrin diğer ucunda oturduğu için zaten bisikletle gelmesi gerekiyordu. Bisikletlerini kafenin önünde bırakıp yavaş yavaş yürüdüler. Güzel bir yaz günüydü; ne çok sıcaktı, ne de nemli. Güneşliydi ama yakmıyordu. Yanından geçtikleri fırından şahane kruvasan kokuları geliyordu. Melis, düşüncelerinin ağırlaştırdığı kafasını Cem’in omzuna bıraktı. Kararını değiştirmek için biraz daha vakti olduğunun farkındaydı. “En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir.” derdi hep, belki de en kötü kararı seçtiğini bilerek devam etti.
Eski üç katlı tipik tuğla bir apartmanın ikinci katında oturuyordu Cem. Her adımda gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır çıkıp, ahşap beyaz daire kapısına geldiler. Cem kapıyı açtı, kapı pervazında el ele, göz göze durdular; öyle yakınlardı ki bedenleri birbirine yaslanmıştı. Melis’e alan tanımak istedi tekrar düşünmesi için. Ama o, alan istemiyordu, düşünmek istemiyordu, suçluluk duymak istemiyordu. Çığlık çığlığaydı içindeki sesler. Hepsinin canı cehenneme diyerek, bakışları içini sızlatan bu adamı ensesinden tutup kendine doğru çekti. Cem için bu fazlasıyla net bir sinyaldi, onu içine çekercesine kendine çekti. Sanki hasret kalmıştı bu soluk ince dudaklara, bu yumuşacık tene, sıcacık nefese, dokunmak bile yetmiyordu. Kapıda soyunmaya başladılar.
Melis hamile olmasına rağmen hâlâ çok minyondu. Yemeği fazla kaçırmış gibi hafif karnı çıkmıştı sadece. Medeni halini ve hamileliğini görmezden gelmelerine yardımcı oldu bu. Bunu hayal bile etmemişti Cem: “Sevdiğimi söylerim, şansımı denerim. Aşktan ölünmüyor, ben de ölmem herhalde.” diyerek açılmıştı. O an sevdiği kadının boynunu öperken, artık düşünmeyi çoktan bırakmıştı. Kalçalarından tutup kaldırdı ve duvara yasladı onu, Melis bacaklarını onun beline sarmıştı. Bedenleri birbirini hiç yadırgamamıştı, hem merak, hem aşinalık vardı hareketlerinde. Artık Melis’in içindeki sesler kendisinden umudu kesmişti, Cem’in nefesini içine çekerken zevkle inledi.
Kafa kafaya vermiş, çıplak, el ele tavanı izliyorlardı konuşmadan. Kalp atışları hâlâ normale dönmese de sakinleşmişti bedenleri. Beyaz yatak odasının duvarları, çerçevelenmiş, farklı ressamlara ait soyut resimlerle doluydu. Kapıdan girer girmez sağdaydı yatak, tavandan yere kadar uzanan pencerelerin karşısında. Karşıdaki bina, kanalın diğer tarafında oldukça uzakta olduğu için perde açıktı; pencereden gelen hafif rüzgarla salınıyordu pencerenin bir yanında. Güneş yatağın başucuna vuruyordu. Basit ama keyifli döşenmişti oda; her şey bir şekilde birbiriyle uyumluydu. Melis, pencereden gelen esintiyle ürperdi ama üstüne çarşafı çekmek istemedi. Cem’e döndü, göğsüne yasladı göğsünü, boynunda yer açtı başına. Bacağını onun bacaklarının üstüne attı, elini yapılı göğsüne koydu. Cem de elini onunkinin üstüne yerleştirdi nazikçe; ardından alnına bir öpücük kondurdu. Dudakları sıcacıktı, ısındığını hissetti.
Böylece kaç saat sessizliği paylaştılar, farkında değillerdi. Güneş batmaya başladığında, “Ben dikişi bırakıyorum.” dedi Melis kararlı bir ses tonuyla.
Cem almıştı mesajı. Melis bu kapıdan çıkacaktı; ölüm gibi bir şey olacaktı, ama kimse ölmeyecekti. Böyle bir şarkı da vardı sanki…
Nazlı Medeni
Sevgili Nazlı kalemine sağlık olsun🌹
Nazlı çok güzel betimlemeler… tarifler… yer ve zaman geçişleri.. Harikasın. Akışta insan ne olacak kaygısına kapılmadan edemiyor…tam şarkıdaki gibi gerçekten:)