Magirus

Çizer: Gökçe Akıncılar

Mazot kokusuna, dikiz aynasından sallanan, ucunda 2 kuş figürünün bulunduğu boncuk işinin ön cama çarparak çıkarttığı nazenin ses belli belirsiz duyuluyordu. Motor kapağının üzerine serilmiş işlemeli havlunun üzerindeki dört gözlü tahta kutunun içinde duran bozuk para şıngırtıları, tüm bunlara eşlik ediyordu mavi boyalı minübüsün ezgisinde.  Oldukça yıpranmış, yer yer çatlamış yerlerinden, rengi koyu sarıya çalmış süngerinin gözüktüğü kahverengi deri kaplı koltuklarına bakılırsa her an dağılıp gidecekmiş gibi görünüyordu. Yaşlı Magirus’un motorunun sesi, insanın iç sesini bile dinlemesine engel olduğu gibi, şoförün biraz da yüksek sesli açtığı arabesk müzik, insanın içini parçalarcasına “isyanım var” diyerek yürek dağlıyordu.    

Minibüsün içi şu saatlerde kalabalık değildi, inenler binenler olsa da iki orta yaşlı adam, ikisi yaşlı üç kadın yolcu son durağa kadar gidecekmiş izlenimi veriyordu.  Bu sakin, yeşille mavinin bütün tonlarıyla dans ederek kavuştuğu kasabada, bir dertten muzdarip olduğu her halinden belli şoför de duraklardan yolcu toplamak için pek telaşsız gidiyordu. Zaten bu sayfiye yerinde kimsenin de bir telaşı yoktu bir yere yetişmek için. Başka bir gezegene aitmiş hissi veren coğrafyada, zamanın havada asılı kaldığını düşündürten bu sakinlik ve yavaşlık, büyük şehirlerden yeni göç edenleri ilk başlarda çıldırtacak seviyeye ulaşabiliyordu. 

Yolculardan genç olan kadın, arka dörtlünün tam ortasında tek başına oturan Nazlı. İki hafta önce büyük şehrin keşmekeşinden kaçarak bu kasabaya yerleşmişti. Büyük şehirlerden göçenlerin alışma evrelerinde yaşadığı sıkıntıların bütün emareleri yüzüne bakılınca anlaşılıyordu. Bu minibüse merkezden 15 dakika uzakta olan halk plajına ulaşmak için binmiş olsa da aracın alışkın olduğu hızda gitmemesinden içi bunalmış, tırnak etlerini eliyle, dişiyle koparta koparta zamanı hızlandırmaya çalışıyordu. 

Kurulu düzenini bozma kararını kolay almamıştı. Doğduğundan beri büyük şehirde yaşıyordu ve şehrin olumlu, olumsuz her zerresi ruhuna işlemişti. Tek başına yaşıyordu, tek çocuktu ve anne babasını yıllar önce kaybetmişti. Eğitmenlik yapıyordu, ancak pandemiden sonra işi, fiziksel ortamlardan tamamen sanal ortamlara geçmişti. Evden çalışmak ilk zamanlarda keyifliymiş gibi görünse de hem evden çalışıp hem de ev işlerini yönetmek bir zaman sonra daha da bunaltmıştı Nazlı’yı. Çünkü evde olunca mesai saati kavramı herkes tarafından yok sayılıyordu artık. Sadece hafta sonları evden adımını atabiliyordu, onda da şehrin bütün kalabalığıyla aynı anda dışarıda olmanın çilesini çekiyordu. 

Yine bir hafta sonu kalabalıktan mümkün olabildiğince uzakta kalmak için günün geç saatlerinde, belediyenin deniz kenarlarında yaptığı yeni parkta buluşmuşlardı en yakın arkadaşı Seden ile. Parkın çimlerine uzanmış hayal kuruyorlardı. Nazlı kendini çok yorgun ve mutsuz hissettiğinden bahsederken, Seden atıldı “Hep aynı şeyi söylüyorsun Nazlı, diline yapıştı bu durum, sen söylendikçe ruhunu da dipsiz bir kuyuya çektiğini hissediyorum”, “İtiraf etmeliyim ki, haklısın galiba” dedi Nazlı dudak bükerek. “Hadi gel bir oyun oynayalım! Mesela şu an, ne olsa kendini daha mutlu hissederdin?” dedi Seden. “Aslına bakarsan artık tamamen evden çalıştığımı da düşünecek olursak, bu şehirde yaşamak beni daha da boğuyor” dedi Nazlı ve ekledi, “bir tek sen varsın Seden, herkes evlere kapandığından beri doğru dürüst görüştüğüm hiç arkadaşım kalmadı. Pandemi, tüm dostlukları sildi attı maalesef. Hala ilişkide olduklarımızla en iyi ihtimalle telefonda görüntülü görüşüyoruz. Öğlen yemeğini birlikte yiyelim diyerek görüntülü arayan gördüm, inanamadım. Ne o, sözüm ona sosyalleştik?” diyerek eski günlerin özlemiyle yarı acı gülümsedi. “Doğru söylüyorsun, aksi yönde söyleyebilecek hiçbir şeyim yok sana” dedi Seden. “İnternet erişiminin olduğu daha iyi bir yerde yaşamak çok cazip gelmeye başladı son zamanlarda. Hem yollarda 2 saat geçirmeden günün geri kalanında dışarıda olabilirim” dedi Nazlı. “Bu kararın beni üzecek olsa da, senin mutlu ve huzurlu olman daha önemli. Hem ben de kafam attığında kaçıp yanına gelebilirim.” diye gülümsedi Seden, “Her şeyi düşünmüşsün zaten, net bir karar almak için neyi bekliyorsun?” diye ekledi. “Bir işaret bekliyorum galiba” diyerek ellerini gökyüzüne doğru kaldırmasıyla birlikte bir yıldız kaydı ve ikisi de küçük birer çığlık attı. 

Nazlı, Seden’le birlikte o yıldızın kaymasını işaret kabul ettikleri akşamdan tam 1 ay sonra bugün, bu horultulu minibüsün içinde plaja ulaşmaya çalışıyordu. 15 gün araştırma, karar verme, evi toplama aşamalarından sonra 15 gün önce de bir küçük kamyona yüklediği eşyalarının önünde şoför yanı koltuğunda otururken hayalleriyle birlikte taşınıvermişti. Ama bu telaşsızlığa, bu sakinliğe alışamıyordu. Keşmekeşten, telaştan, kaostan kaçarak geldiği bu yerde tüm bunları sırtında taşıyarak getirmişti. 

Kasabayı, kaçarak geldikleri büyük şehire çevirmeye çalışmak, her göçerin içine düştüğü en büyük tuzaktı. Burayı, halkını, coğrafi güzelliklerini, sağlıklı gıdaya taptaze ulaşabilmeyi çok sevmişti Nazlı. Ama bu sakinlik sinirlerini geriyordu. 

Her akşam Seden’le yaptıkları telefon konuşmalarında bu sefer de bundan şikayetlenen Nazlı’yı, dostluğunun gerektirdiği çok ciddi bir tonla uyardı Seden, “Nazlı, sen neden buradan oraya taşındın? Bu sorunun cevabını düşün, sonra konuşalım.” Dün akşam yaptıkları bu konuşmadan sonra gözüne uyku girmedi Nazlı’nın; sabahtan bütün çalışmalarını tamamlayıp, kendini dışarı atmıştı. Biraz yüzmek, burayı yaşamaya çalışmak iyi gelecekti ona, inanıyordu evden çıkarken. Ama şimdi minibüsün ahesteliği çoktan gerim gerim germişti işte sinirlerini. Dertli şoförün yüksek sesli arabesk müziği “durdurun dünyayı” diye yine yürekleri dağlarken, kendi duyacağı bir seste güldü kendine. Gerçekten durdursunlardı dünyayı, Nazlı da inecekti.

Kasabanın sebze meyve pazarının kurulduğu yolun başında uzunca durdu minibüs, ne kadar çok yolcu toplayabilirse kârdı elbette. Biraz daha oyalanırlarsa Nazlı’nın parmaklarında kopartılacak deri parçası kalmayacaktı. Pazarın içinden doğru koşan genç adamı gören sadece Nazlı değildi elbette. Dertli şoför de müstakbel yolcu adayını farketmişti ki horuldayan motoru durdurdu. “Hayda!” dedi içinden Nazlı, “daha ne kadar bekleyeceğiz ki, 15 dakikalık yol oldu yarım saat zaten. Bu adam da neden koşuyor ki halbuki herkes yürüyor bu memlekette, koşan yok, hayret! Hay Allah bak torbaları da dağıldı, gitti güzelim meyveler, şimdi onları toplamasını da bekleriz.” Susmuyordu iç sesi Nazlı’nın, neyse ki yaşlı Magirus susmuştu da kendini daha rahat duyabiliyordu artık. 

 Ali kan ter içinde, önce elindeki poşetleri sonra bir adımda kendini attı minibüsün içine. “Ne diye o gadana goştuduun ki be oğlum, bekleyipdurudum ben zaten” diyen şoförün gülümseyen sesinde dertli halinden eser kalmamıştı. “Yola mahsus dertleri” herhalde diye düşündü Nazlı, bu ruh hali değişikliği iyi gelmişti ona da. Ali, “bekletmeyeyim dedim dayı, sağolasın” dedi güleryüzle.

 Ali hiç yer yokmuş gibi arka dörtlünün ilk koltuğuna attı kendini, poşetlerini de yere konduruverdi. Magirus’un motoru olanca azametiyle yeniden çalıştı ve bitmeyecekmiş gibi görünen yola devam etmeye başladı minibüs. Nazlı, Ali’yi baştan aşağı merakla süzdü. Cepleri bolarmış, yeşil bermuda şortu ve bir o kadar hırpani görünen rengi kaçmış mavi tişörtünün üzerine boynundan sarkan kulaklıklar dikkatini çekti. İlgiyle incelendiğini farkeden Ali, bir anda yüzünü Nazlı’ya çevirdi,“ Merhaba” dedi sıcacık bir gülümsemeyle, “tatil için mi geldiniz?”. “Merhaba, daimi tatil diyelim, yeni taşındım buraya” dedi Nazlı. Ali, “Hoşgeldiniz o halde, şimdi alışmaya çalışıyorsunuzdur siz, yavaşlığa alışabildiniz mi bari? “diye sorunca, iç sesinin nerelerden duyulmuş olabileceğinden tedirgin oldu Nazlı. “Nereden anladınız ki?” diye sordu bütün hayretiyle. “Ben buraya taşınalı 3 sene oldu, biraz sıkıldığınız yüzünüzden belli oluyor açıkçası. Ya da ben de aynı yollardan geçtiğim için tanıdık buldum da anladım diyelim.”  Derin bir nefes aldı Nazlı, kendisini anlayan biriyle karşılaşmak iyi gelmişti. “İlk zamanlar bu sakinliğe, telaşsızlığa alışmak zor geliyor. Halbuki telaştan kurtulmak için geldik buralara ama yine de alışkanlık herhalde telaşsız da durmak zor geliyor. Alışıyor insan merak etmeyin, çok uzun sürmeyecek. Ben, kendimi kurcalamaktan vazgeçtiğimde alıştım. Hani kucağınıza bir kedi aldığınızda kalp ritminiz onunla senkronize olur ve sakinleşir ya, öyle düşünün. Burayı kucakladığınızda burası da kucaklayacak sizi. Bakmayın benim de kan ter içinde koşarak yetişmeye çalışmama. Henüz ancak bu kadar olabildim.” dedi tertemiz bir gülümsemeyle. 

Nazlı çok büyük bir huzur hissetti içinde, sorun kendisiydi, nereye giderse gitsin yüklerini, alışkanlıkları geride bırakamadığı sürece mekan değiştirmenin hiçbir anlamı olmadığını fark etti. Kendisi için çok büyük bir öğreti taşıyan bu küçücük sohbet, bu telaşsız karşılaşma, kocaman bir ödül gibi geldi ona. 

O sırada ön taraftan yükselen acılı müziği dokunabileceği bir şeymişçesine eliyle işaret etti Ali, “işte buna pek alışamıyorum bu kısa yolculuklarda. Eşlik etmek ister misiniz?” diyerek kulaklığının tekini Nazlı’ya uzattı. Hijyen alışkanlıklarıyla bir an duraksayan Nazlı, kendi içindeki o bitiş kurdelesini göğüsleyerek “Memnuniyetle” diyerek aldı sol kulaklığı. 

Ali de gülümsedi duraksama ardından gelen başardım duygusunu gördüğü gözlere,           

“Pachelbel, sever misiniz?” 

Özlem Odabaşı Akıncılar

“Magirus” için 5 yorum

  1. Harika bir yazı olmuş .. çizin de muhteşem anne kız sonuç muhteşem emeklerinize sağlık çok ama çok kıymetli 👌👌🧿👍💕💕

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top