
Çizer: Şefkat “Sabiş” Sofu
Deri tabanlı kundura, asfalta rüzgarla gelmiş küçük kum ve taş taneciklerine bastıkça çıtırdıyordu. Sanki gerçek hayatın çirkin bir kesiti değil de macera filmlerinin havalı sahnelerinden biriymiş gibi bir efekt oluşturuyordu. Gerçek hayatın sesleri, radyo tiyatrolarında yahut filmlerde yapılan hoş efektlere benzemez oysa. Bir elinde tabanca, diğerinde kağıt helvayla kaçarken kim bilir hangi bayramda alınmış deri tabanlı kundurasının altından gelen seslere şaşırıyordu. Havada hoş bir kızıllık bulutların üzerine yayılmıştı. Sanki dünyadan tüm dertler yok olmuş gibiydi. Denizde vapurların tırpanından fırlayan bir tatlı iyot kokusu sahili yalıyordu. Ne olmuştu bu şehire yahu şu dar vakitte? Tam da can havliyle kaçarken, ciğerleri aldığı havadan, bacakları koşmaktan yanarken, İstoş’un* bu çapkın halleri de neydi?
Allah’ım yoksa ölecek miyim? Bu hoş havalar ölmeden önce çöken “hayat boş, idrak et” halleri miydi? Hani duyuyoruz ölmeden önce şöyle iyi hissettim, böyle bi ışık vurdu gözüme falan dedikleri bu muydu? Durdu. Dalağı şişmişti. Nefesi acı bir hönkürmeye dönmüştü. Kemal koşarak yanından geçerken “Durma. Salak mısın? Koş.” deyip elindeki kağıt helvayı alıvermişti. Sabri “Dalağım şişti. Koşamıyom.” diye seslendi çoktan arayı açmış olan Kemal’e. Kemal arayı daha da açarken “Malak ney la??” diye bağırdı geriye. Sabri “Dalak oğlum. Dalaaaak.” diye bağırdı. Kemal çok uzaklardaydı artık. Çok uzaklardan belli belirsiz sesi duyuldu. “Dalak ney lan?” Sabri yüzünü buruşturdu. Seke seke koşmaya benzer bir ilerleme biçimiyle kaçmaya devam etti. “Durun, kaçmayın. A…na..duğumun çocuklarıııı!” sesleri hayli yaklaşmıştı. Sabri koşmaya benzese de, koşmakla uzaktan ilgisi olmayan aksak sekişiyle kaçamayacağını anladı. Etrafına bakındı. Bomboş bir duvar dibini beş metre takip etse bomboş bir caddede dımdızlaktı yine. Saklanacak hiçbir yer, hiçbir şey yoktu. Durdu. Kemerini çözdü. Pantolonunu çıkardı. Artık üstünde mavi, kısa kolları dirseğine kadar gelen bir gömlek, altında beyaz slip donla kalmıştı. Duvar kenarına uzandı, pantolonunu başına geçirdi. Fermuar aralığı gözünün hizasına gelmişti. Yanından koşarak geçen ayaklar bağırıyorlardı hala. Kalabalık ayaklar bağrışıp, uzaklaşırken aralarından bir çift ayak ileride durdu. Sabri’ye doğru döndü, koşmaya başladı. Sabri’nin önünde durdu. Bileğinden ayakkabısına dört parmak kısa olan dar paça bir pantolon giymişti. Şu önünde püskül olan, ayağın üstünü büyük ölçüde açıkta bırakan deri ayakkabılardan giyiyordu. Sabri kalbinin sesinden hiç bir şeyi duyamıyordu artık. Kaburgasında büyük bir acı hisseti. “Ananııı!” diyerek inledi belli belirsiz. Fermuarın aralığından bulutları karartan bordoya dönmüş göğe baktı. Canı acımasa ne güzel manzaraydı.
Kemal bir sigara yaktı. Sigara içemiyordu aslında, içine çekemiyordu yani. Öksürtüyordu. Ama yakıyordu. Ütüsüz gömleği, pantolonu, onu çok yoksul gösteriyordu. Yoksuldu da. Tüm gün ağaç kesmek, yontmaktan kıymıklarla çeşit çeşit desene bezenmiş koca ellerinin arasında sigara küçücük kalıyordu. Özenle taradığı saçları, özen gösterdiği tek şeydi belki bu dünyada. Bir de bıyığı vardı. “Hiçbir şeyi olmayan yoksullar mal varlığı olarak bıyık bıraksın” diye bir yerel yasa var gibi, yaşadığı tüm mahallede yirmi yaşını geçmiş tüm erkeklerin bıyığı vardı. Hatta Sabri’nin az çıkıyor diye yazıklandığı oluyordu. “Fakirlikten adam yerine konmuyoruz ama erkekliğimize laf ettirmeyiz.” gibi bir kuraldır bu belki. Limonla şekillendirilmiş, özenle taranmış saçını kafasını sallayıp yana attı Kemal. Gözlerini kaldırdı, etrafa bakındı. O sırada kapısında beklediği dükkanın içinden bir patlama duyuldu. Eli ayağı boşaldı birden. Eş zamanlı olarak da “Yandım anam!” diye bağırdı biri. Kapı gümbürtüyle açıldı. Sabrii bir elinde silah, fırladı sokağa. Çıkarken kapıdaki kağıt helva, cips bulunan tezgahı tutup devirdi kapının önüne. Şimdi diğer elinde de bir kağıt helva vardı. Koşmaya başladı. Köşeyi döndü kayboldu. Kemal öylece bakakalmıştı. Sabri’nin neden bir kağıt helva aldığını anlamamıştı. İçeride biri ağlıyordu. Dükkandan üç kişi hışımla çıktı. Yani hışımla çıkmaya çalıştı desek daha doğru olur. Cipslere, helvalara basınca ayakları kaydı. Birbirlerine dolanıp üst üste yığıldılar daha çok. En alttaki “Kalkın lan üstümden!” diye bağırdı. En üstteki Kemal’e döndü. “Buradan az önce çıkan adamı gördün mü?” diye sordu. Kemal ne diyeceğini bilemedi. Saçını sola doğru attı. Sonra adama yaklaştı. Yüzünün ortasına kafayı gömdü. Adam, diğerleri daha yerden kalkamamışken üzerlerine yığıldı. Kemal koşmaya başladı. Sabri’nin döndüğü köşeyi döndü. Sabri ileride eğilmiş duruyordu. Koşarak yanından geçerken “Durma, salak mısın? Koş!” diye bağırdı. Bu arada gözü Sabri’nin elindeki kağıt helvadaydı. Geçerken uzanıp Sabri’nin elinden kaptı kağıt helvayı. Helvanın poşeti yapış yapıştı, eline yapıştı Kemal’in. Sabri “Malağım şişti, koşamıyom” diye yanıtladığında Kemal çoktan ondan uzaklaşmıştı. “Malak ney la?” diye düşündü Kemal. Yüksek, oldukça yüksek sesle düşünmüş olmalıydı ki Sabri’den yanıt geldi “Dalak oğlum dalaaaak!”. Kemal’in eli yandı. O kargaşada sigara elinde kalmıştı. Can havliyle fırlattı sigarayı.
Sefa kırılan burnunu tutmuş, küfür kıyamet bağırıyordu. Üstündeki Sefa’yı yere savurup ayağa kalkan Haldun “Niye kafa attı lan o herif?” diye sordu. Şamil, Haldun’un üstünden kalkmasıyla ayaklandı. Sefayı saçından tutup kaldırdı. Sefa bu kez saçının acısıyla haykırıyordu. Şamil, bir eli Sefa’nın saçındayken, Haldun’un kuyruk sokumuna okkalı bir tekme savurdu. Tekmenin acısıyla havaya zıplayan Haldun’un üstüne fırlattı Sefa’yı. Gözleri öfkeden kan çanağına dönmüştü Şamil’in. “Koşun lan. Yoksa sizin ciğerinizi sökerim! Koşun!” diye bağırdı. Şamil’in ağabeyi Çeçen-Rus Savaşı’nda savaşmak için giden Müslüman bir adamdı. Geri döndükten sonra tüm arkadaşları gibi politik işlere girmişti. “Silahlı falan işler” diyorlardı. Kısa süre hapis yattıktan sonra çıkmış, inşaatlara malzeme satan bir şirketin ortağı olmuştu. Herkes saygı duyardı Şamil’in ailesine. Şamil, abisi gibi bir dava adamı olmasa da en az onun kadar öfkeli biriydi. Hem abisinden, hem öfkesinden saygı gören biriydi mahallede. Köşeyi döndüler koşarak. Haldun’un kıçı çok acımıştı. Aksıyordu koşarken. Şamil’den korktuğu için bir şey diyemiyor ancak küfürler ağzına diziliyor, diziliyor, yutuyordu. İleride Sefa’ya kafa atan adamı gördüler. Arayı hayli açmıştı. Ona yetişmeye çalışırlarken yerde altında slip donla yatan adama takıldı Haldun. Az daha koştuktan sonra durdu. Dönüp yerde yatan adama baktı. Kıçı çok acıyordu. Kemal’e doğru koşmaya devam edecekti ki vazgeçip yerdeki adama doğru koştu. “A..ına k…duğumun berduşu çırılçıplak yatsaydın bari” deyip bir tekme savurdu adamın karnına. Adam, tekmenin şiddetiyle duvara yapıştı.
“Seher çok güzelsin kızım. Neyin eksik Nişantaşı kızlarından be? Yoksulun aşkı kağıt helva gibi. Kağıt tadında helva işte. İçine dondurma koysan az bir şeye benzer ya…. Ama üstüne akar, ama yüzüne bulaşır. O ney be? Kim tutuşturduysa elimize bunu Allah belasını versin. Az paran olsa. Güzel bi giyinsen. Şöyle pahalı kılaplardan birine gitsen var ya. Bak giriş parası almıyorlar kızlardan. Hele böyle dünya güzellerinden hiç. E içerde seni gören mefta zaten! Kokteyller, viskiler uçuşur. Tabi ağırdan alacan. Bir zengin oğlan yakalayacan. İşte kederin değiştiği gün anam.”
Kahveden son yudumu alıp altlığı fincanın üstüne koydu. Ani bir hareketle ters çevirdi. Tabi ki içe doğru. Sonra hafifçe kendi ekseninde salladı fincanı. Kaşları dövme ile çizilmiş Ferzan, güzel badem gözleri, fazlaca yoğun takma kirpikleri, kahveyi parmak içleriyle tutmaktan başka çare bırakmayan uzun takma tırnakları ile elinden geleni yapıyordu güzel olmak için. Ama nafile. Seher kadar güzel değildi. Kıskançlığı yoktu Ferzan’ın. Seher bari kendini kurtarsın, bu güzellikle fakir mahallede yok olup gitmesin diye dil döküyordu Seher’e. Seher bir yanıyla bu fakirlikten kurtulmak istese de, öyle kılap mılap işleri ona göre değildi. Namus önemliydi. Kız namusla ne alakası var? Kılap dediğin kerhaneymiş gibi. Köylü müsün kız sen? Düğün olsa da halay çeksek demiyon mu? İşte kılap dediğin de düğün olmasını beklemeden hopladığın zıpladığın yer. Düğünde hoplayınca normal de, kılapta hoplayıca mı namussuzluk oluyo?”. Seher ikna olur gibiydi. Ferzan’ın fincanın üstündeki yüzüğünü kaldırdı. Parmağını koydu fincanın kıçına. “Soğumuş.” dedi. Aldı eline. “Düğün mü desem, kavga mı bilemedim. Bir kalabalık var birbirine girmiş insanlar kız Ferzan”. “Hayırdır inşallah. Allah’ım kavgaya doyduk, düğün olsun inşallah. Sesimizi duy kurban olduğum Allah’ım!”
Bertan babasının bu işleri öğrenmezsen ipini çekeceğim senin tehdidiyle dükkana gömülmüştü. Hep böyle derdi babası “İpini çekeceğim”. Ne demek olduğunu bilen yoktu ama epey korkutucuydu. Gerçi babası Hasan abi, herkes abi derdi mahallede, hal hatır sorsa yine korkunç oluyordu. Esmer yüzü, gençliğinde yediği nanelerin kaydı gibi çukur ve kara göz altları… Hem nasıl kara? Göz altları Hasan abinin yüzünden de karaydı. Sesi deden sigara içmekten tırtık tırtıktı. Konuşunca duvara bir şey sürtüyormuş gibi ses çıkardı ağzından. Korkutucuydu, korkutucuydu ama oğluna. Bertan ise annesine çekmişti. Kumral saçlı, ela gözlü bir parlak delikanlıydı. Yakışıklı bile sayılırdı. Madem çıkamıyorum arkadaşlarımın yanına. Arkadaşlarım gelsin dedi dükkanıma. Bir soda açıp uzattı Şamil’e. Şamil içki içmezdi. Bir bira Haldun’a, bir de cips kurtardı, uzattı Sefa’ya. “Babam gelirse müşterisiniz oğlum” dedi. “Fazla kalamam ben” dedi Şamil. Kapı açıldı. İçeri mavi, kısa kolları dirseklerine kadar gelen gömleğiyle Sabri girdi. “Selamın alyeküm. Bertan hanginiz?” diye sordu. Bertan “Aleyküm selam. Buyur benim.” dedi. Sabri gergin bir şekilde yaklaştı Bertan’a. Şöyle bir süzdü. Elleri titriyordu Sabri’nin. “Bizim mahallenin kızlarına mı asılıyon lan sen?” diye erkeklendi. Bertan şaşkın “Nere ki sizin mahalle?” dedi. Sakin olmaya çalışan Sabri sesini yumuşatarak “Biz aşağı mahallenin çocuklarıyız koçum.” Koçum derken istemeden yükselmişti sesi. Sesi yükselince gaza gelip aniden bağırmaya başladı. “Bizim mahallenin kızlarından uzak şeyedeceksin ulan!” sesi tam istediği gibi tok çıkmıyordu ama yüksekliği etkileyiciydi. Şamil yakasından tutup havaya kaldırdı Sabri’yi. “Niye sizin mahallenin kızlarının tapusu sizde mi lan?” diye salladı. Sabri güç bela elini cebine götürdü. Cebinden bir silah çıkardı. Sefa koluna atıldı Sabri’nin. “Dikkat silah çıkardı abi!” Bertan arkasında durduğu tezgahtan uçtu Sabri’nin üstüne. Birden bir patlama duyuldu. Bertan yüzünü tutarak “Yandım anam!” diye bağırıp yere yuvarlandı. Sabri diğerlerinin boşluğunu fırsat bilip kapıdan dışarı fırladı. Haldun Bertan’a yöneldi. Yüzü yanmıştı Bertan’ın. Şamil yerdeki barut mantarı parçalarını aldı eline. “Mantar tabancasıymış. A..na.k..duğumun fakiri!” deyip fırladı kapıdan.
Üç saate yakın beklediler karşı kaldırımda. Muhit öyle zengindi ki, duvara oturmuş bekleyen Sabri ile Kemal’in kıyafetlerine bakıp para atan oluyordu önlerine. Klabın kapısındaki kalabalığı yararak çıktı Seher, bir oğlanın kolunda. Ferzan da hemen arkasından çıktı bir başka oğlanın kolunda. Ferzan’nın çalıştığı abiyeciden bir geceliğine izinsiz almışlardı elbiseleri. Bir fakir düğünü için fena sayılmayacak bu elbiseler klap için çok fazla pullu ve yaldır yaldırdı aslında. Şaşkınlıkla bakanlara “Konsept parti vardı da oradan geliyoruz” deyip bulmuşlardı orta yolu. Etrafa fütursuzca para saçan yakışıklı sayılabilecek Bertan’ı gördüklerinde “İşte o zengin çocuğunu bulduk” diye düşünüp Seheri itmişti Ferzan masamın yakınlarına. Seher’in güzelliği dikkat çekmeyecek gibi değildi. Bertan hemen atladı. Şamil pek oralı değildi ama Haldun Ferzan’a iskele yapmıştı bile. Sefa elini cebine atamadığı için kızlara da yanaşamıyordu. Seher, Bertan’ın bir fabrikatör yahut armatörün oğlu olmadığını, bir üst mahallede orta halli bir tekel büfesinin sahibinin oğlu olduğunu, o geceki hasılatı kasadan yürütüp bol keseden saçtığını bilseydi yaklaşır mıydı? Yahut Sabri oğlanın zengin olmadığını, yukarı mahalledeki tekelin oğlu olduğunu söyleseydi Seher’e, bu öykü yazılır mıydı? Sabri öfkeyle karışık bir acıyla elini göğsüne vurdu. “Ah! Kim la bu oğlan? Seher’ime nasıl dokunuyo la bu? Kim la bu? Bulacam oğlum seni, bulacam!”
Kemal ağzı gözü şiş yerden kalkmaya çalıştı. O güzelim saçları dağılmış, toz toprak olmuştu. Hala elinde duran, poşetinin içinde kırılmış kağıt helvaya baktı. Salladı elini. “Yapıştı elime s.ktiğimin”
Burak Tamdoğan
*İstoş: Sokak ağzıyla İstanbul