
Çizer: Umay Karlıbel Saraç
Taksiye biner binmez, şoför radyodan gelen arabesk şarkının sesini iyice kısmıştı. Artık sadece kendi duyabileceği volümdeydi. Belki de bizi daha iyi duyabilmek içindi bilmiyorum. Az önce şık bistroda, kusursuz ütülenmiş gömleğim, siyah pantolonumla otururken; şu yeni makaleyi düşünürken ben, şimdi! Taksinin kirli paspasın üstünde ki uzun bacaklarımın sallanmasına mâni olmaya çalışıyorum.
Telefonunu iki elinin arsına almış Kıvılcım ise gergin bir heyecanla manikürlü tırnaklarını kemiriyordu. ‘’ Hala emin değilim Kıvılcım.’’ Sesimi her zaman ki gibi sakin tutmaya çalışarak. ‘’ Böyle bir yere aniden dalmak, gerçekten gerekli mi?’’ Kıvılcım, telefonun arka kamerasını tişörtü ile temizlerken; dolgun dudaklarından öfkeli bir tonda döküldü kelimeler. ‘’ Gerekli mi? İlke, adam geçen hafta evi terk etti, biliyorsun! Ve sende biliyorsun ki oraya gidiyor. Başka nereye gidecek ki o zavallı.’’ Ses tonu bu sefer alaycı, iğneleyici bir tavır aldı. ‘’ Hem neymiş, iş yemeğiymiş. Allah’ım ya kime yutturuyor bunu?’’ ‘’ Pekâlâ, varsayalım ki orda. Ne yapmayı planlıyorsun? Baskın mı yapacağız? Kavgaya mı tutuşacaksın?’’ Kıvılcım sonunda telefonunu çantasına fırlattı. ‘’ Hayır, Asla! Gayet medenice davranacağım. Sadece, bir iki fotoğraf çekeceğim. Hani şu delil dediğin şeylerden. Hem orda ne işi var o kaypak herifin.’’
Taksi yavaşlamaya başladı. Şoför müziğin sesini tamamen kısarken, dikiz aynasından gözlerinde ki meraklı bakışlar iyice belirginleşti. Kıvılcım, ise gözlerinde bir ışıkla, kapıya doğru yöneldi. Heyecanlıydı, sanki avını yakalamak üzere olan bir avcı gibiydi. ‘’ Hazır ol İlke’’ dedi, sanki bir savaşa gider gibi.’’ Az sonra beddua lokaline gireceğiz.’’ Dedi ve atladı taksiden. Taksimetreye bile bakmadan cüzdanımdan meraklı taksiciye doğru dört yüz lira fırlattım. Bu gözü kara haline hayran olsam da beni bazen yorduğunu kabul etmeliydim artık en yakın arkadaşımın. Tamam bende az deli değildim ama benim ki hesaplı delilik, her hareketim gibi. Peşinden silettolarımın izin verdiği kadar seri adımlarla ilerlerken, kendimi bir anda olay yeri inceleme ekibinden biri gibi hissettim. Kıvılcım, kocasının yarattığı olay yerini basmaya gidiyor, bende delilleri toplayan, her şeyi kayda alan, analiz eden, belgelendiren ve işin sonunda etrafa dönüp asayiş berkemal çocuklar, tamamdır deyip işi noktalayan ekip başı oluyordum herhâlde. İçeride halay başına bağlamayalım da.
Zaten aklım yere değmiyordu, tabeladan sebep iyice karıştı. Yağmur görmüş, güneşten solmuş, boyası yer yer kabarmış. En son ne zaman boyandığı belli değil. Sanki birisi evde artan boya ile alelacele yapmış gibi. Dikdörtgen şeklinde neon ışıklıların üstünde de sarı çıplak bir ampul var ayrıca. Açığız gel, demek falan mı anlamı acaba bu ampulün. Hey gidi Edison, senin ampul nelere alet görüyorsun demi! Bu tabela, bir reklam değil. Bir uyarı levhası gibi adeta bence. ‘’ Göz Hakkı Pub’’ Bir mekânın değil bir eylemin adını taşıyor tabela. Ne demek şimdi bu? Biraya para vereceğim ama sadece bakma hakkım mı var. Ulan, buraya neden geldiğini biliyoruz işte; adı bu ondan, mal. Mal bu adamlar harbiden ya. Adı üstünde işte tabelanın, görmeye geldiğin yer.
Girişi, uzun yapraklı ağaç mı çiçek mi ne olduğunu anlamadığım yeşil yapraklarla sarılıydı. Sağ tarafında yine yaprakların ardında kalan, dar uzun bir oturma yeri vardı. İki kişi oturuyordu yalnızca dışarıda. Kıvılcım’ ı kapıya yaklaşırken görünce biri hemen ayağa kalktı. Ağız suyumu o, çenesine doğru akanın, adamın? Denetimli serbestliğe az önce imza atmışta, tazesiyle kutlama yapmaya gelmiş bir hali var sakalları birbirine karışmış, at hırsızı kılıklı tipin.’’ Buyurun, nasıl yardımcı olalım.’’ Derken. Kıvılcım, ‘’ Serkan’ı arıyorum.’’ Deyiverdi. Denetimsiz sakallı,’’ yok abla bugün gelmedi, yok burada.’’ Serkan ya ünlüydü buralarda ya da klasik, tanıdık tanımadık her adamın; doğuştan birbirinin poposunu kollamalı kuralına yine nefessiz uyum sağlamıştı, bu gevşek ağız. Bizim kızın geri döneceğini düşündü, aptal aptal suratına bakarken, kapalı kapıya doğru baktı sadece. Birkaç adım arkasında gerisinde olanları izlerken, İşin aslı bende aynı şeyi düşünmüştüm. Kıvılcım bu, adı üstünde pek tabii. Atıl kurt, dedi gaipten bir ses sanki. Daldı kapıdan içeri. ‘’Aha, bittik!’’ Yalnız bırakamazdım tek dostumu, mecbur ardından daldım içeri bende. Haydi, vira vira…
Kapıdan girer girmez, burnuna ilk vuran koku bayat bira, ucuz sigara karışımı; bildiğin sıkıntı kokusu. İçerisi tam beklediğim gibi loş, ama öyle romantik bir loşluk değil; birbirimize çokta yakından bakmamıza lüzum yok loşluğu. Masalar, sandalyeler de bir düzensiz. Çoğu abi tek başına oturuyor, derdini ucuz biraya anlatıyor her hal! Bazıları iki kişilik, dertleri benzer galiba bu abilerinde ya da karıları altın günü grubundan arkadaş olabilir. Düzensizliğinin yanında birde titrek, tıpkı abiler gibi masalar, tam yanımda duran masanın altına bira kapağı koyarak sabitlemeye çalışmışlar. Gariplerim, sadece alkol şişlerini değil, biriken ucuz dertleri de yıllarca üstünde taşımaktan dengeleri bozulmuş tabii…
Ve işte göz hakkı manzarası, tam karşımda. Her adımlarında üstlerinden bir sim parçası dökülüyordu, sanki dertli abilerin kucağına bir parça umut ışığı bırakmak için, özenle her köşelerine hunharca dökülmüştü! Bedenlerinin allı pullu parlaklığı gibi ucuz ayakkabıları da sanki hayallerinin bir kanıtı gibi yüksekte ve parlaktı. Birinin ki şeker pembesi birinin ki gümüş renginde. Daracık kıyafetleri bir beden küçüktü muhtemelen, içinden görünen dantelli sütyenlerle birlikte; Perşembe pazarı podyumunda dolaşan Victoria’s Secret modelleri gibiydiler. Ben o an beynime format atmış, ellerimi fındık kadar memelerimin üstüne götürüp, bu ablalar yer çekimine meydan okuyorlar diye anlık fesatlık ederken; Kıvılcım da elinde telefonu ile ardı ardına deklanşöre basıyordu.
Yapay kirpikleri üstüme gölge gibi düşerken ablanın ‘’ Hayırdır lan bunlar ne ayak, yolu şaşırdılar herhalde’’ dedi, diğeri ise ‘’ Kına gecesine giderlerken, yolları şaştı herhalde hanımefendilerin.’’ Diye ekledikten sonra, dev kahkahalar atmaya başladılar. ‘’ Kıvılcım ‘’ Serkan’ı arıyorum!’’ dedi yine. ‘’ Bebeğim, seç beğen al hepsi Serkan, bunların bence’’ Hepimiz için beklenmedik bir reaksiyon gerçekleştirip; ‘’Çekil kız önümden, orospu!’’ derken Kıvılcım, ablaların arasından elinde açık telefonun kamerası ile birkaç adım daha ilerledi. Sahne ışığı görmüş tavşan gibi ellerim memelerimde kalakaldım. Olmayan kanaldan kulağımda ‘’Kalakaldım*’’ çalmaya başladı; ‘’ güneşim soluyor ayazlarda, içim ürperiyor.’’
“Pilsennn dayıııı…” diye bağırmaya başladı eş zamanlı pembe topuk. Pilsen dayı ne be! Bir anda mekânda ki bütün gözler bize çevrildi. Kıvılcım’ın kısa boyu yüzünden, aslında bana muhtemelen, o pek görünmüyordur ileriden. Alçak irtifada, sigara ve bayat bira kokusuna ayak kokusu da eklendi de iyice karıştı bizim kızım kafası sanırsam, dumanlandı! Birde neden herkes nefesini tutmuş gibiydi! Gök taşı mı o ağır ağır yaklaşan! ‘’ Hah, yer cücesi görürsün sen şimdi kimmiş orospu.’’ Ağızında ki sakızı bir o yana bir bu yana çevirirken, dedi perşembe pazarı modeli.
Şarkı devam ediyor hala, bir benim kulağımda, ‘’ Kalakaldım kışın ortasında yine, yine aldandım sonunu bile bile…’’ Ah, ah…
Uzun boyu, kapı genişliğinde omuzları yıllarca birikmiş dertlerin ve içilen ucuz biraların sonucu olarak katı, kütleli bir hal almış gibiydi adamın. İri bedenin genişliğinden değil de dertlerin muhafızlığını yapmaktan sanki, üstündeki kirli tişörtü de tıpkı kendi gibi gergin duruyordu. Ama diğer abiler gibi yorgun değil tehditkardı bakışları. O geniş omuzlarının üstünde ki kısa kalın boynu ile ayaklı bir dolaba benziyordu. Kolları da tıpkı boynu gibi kısa ve kalındı, bedeni ile uyumsuz; elleri de hayatı boyunca çok yumruk atmış gibi nasır kaplıydı. Daha da ürkütücü kılan bu abiyi, kırık burun kemiğinin yanında olan belirgin yara iziydi.
Kıvılcım’ın önünde durdu tıpkı bir duvar gibi tek ses etmeden, yalnızca durdu. Nerdeyse bel boyunun birazcık üzerinde kalıyordu adamın bizim kız; başını yukarı kaldırdı. Artık geri adım atacağına emindim en azından öyle umuyordum. Adam tek söz etmeden ‘’ git buradan’’ diyordu bakışları ile. ‘’Kusura bakmayın, yol verir misiniz? Kocamı arıyorum da’’ diye kendinden emin bir tavırla tek nefeste çıkardı ağzından kelimeleri. Kıvılcım, küçük bedeni ile iri adamı geçmeye çalışırken, adam yalnızca bir adım daha attı yana doğru, geçmesine izin vermeyecekti. Sanki mekânda ki fısıltıları tok sesi ile susturmuş gibi ilk sesi verdi. ’Boşuna yoruluyorsun, kocan burada değil.’’ İri adam tam elini kaldırmış hamle yapacakken, ‘’Malt Bey, merhaba!’’ diyerek Kıvılcım’ arkama aldım tek hamle ile; ne yapacağımda dair benimde hiçbir fikrim yoktu ama burada başımıza bir şey gelmezse ben dövecektim yer cücesini, net! Adam sanki söyleyecek başka bir şeyimin olmadığının farkına varmıştı ya da biri ona bey diye hitap etmeyeli ne uzun zaman olmuştur diye düşünüyordu. ‘’Pilsen’’ dedi ifadesiz yüzüyle, kaşları iyice çatılmaya başlamıştı. Ve tam o anda tek bir ses çıktı boğazımdan ‘’hık!’’ küçük, cılız bir hıçkırık. ‘’Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne…’’ ya rabbi aç kucak her hal geliyorum yanına. Hiç, bir birahane köşesinden yanına göç edeceğimi düşünmemiştim amma! Hüzün yorgunu adamın kaşları, bir anda aşağıya bıraktı kendini ve gülümsedi. ‘’Bacım, al arkadaşını hadi çıkın kurban olayım, başınıza bir şey gelmeden şu çöplükten.’’ Dedi. Allah belamı versin o an adamın kısa boynuna sarılasım geldi yeminle. Bu sefer Pilsen abiden kaptığım sert bakışları yüzüme yapıştırıp, Kıvılcım’ a dönüp. ‘’ Yeter, artık dışarı.’’ Dedim, net bir tavırla. Kuyruğunu bu sefer kıstırmış gibi göz hakkının çıkış yoluna ilerlerlerken; pembe topuk kıs kıs gülüyordu. Son söz hakkını kullanıp giderayak Kıvılcım ‘’O elbise sana bir beden küçük gelmiş, ama anlaşılan evden çıkarken beynini takmayı unuttuğun için fark etmedin. Tabii dertlerin de sana iki beden büyük…’’ dedi ve sonunda çıkabilmiştik bu izbe yerden. Şükürler olsun, temiz hava sahası.
Kıvılcım, hırsını alamamış olmanın verdiği sinir harbi ile birahaneden çıkar çıkmaz Serkan’ ı aradı. Ben üç dört metre ilerisinde, onun hararetli bir şekilde konuştuğunu duyuyordum. Sesi titriyordu ama her kelimesini hararetle haykırıyordu. Serkan’ın ne dediğini duyamasam da çokta hayırlı bir konuşma yapmadıkları apaçıktı. Özel alanına müdahale edildiğini ya da rezil falan olduğunu düşünmüştü yüksek ihtimalle; erkeklik gururu incindi pek tabii beyimizin. Kıvılcım bir türlü sakinleşmiyordu, küfürler savurmaya başladı telefonda. Birkaç saniye sessiz kaldı, yüzü bembeyaz kesildi. Telefonu kulağından çekti, kapattı. ‘’ Koş İlke, koş hayatım!’’ derken bir anda koşmaya başladı. Dalga geçmiyordu, cidden kaçmaya başlamıştık akşamın bir saati yolun ortasında. ‘’Bekle beni geliyorum oraya, seni öldüreceğim! Dedi telefonda, bebeğim hadi koş!’’ Tek kelime etmeye fırsatım olmadan arkasından çaresizce koşmaya başlamıştım bende. Caddeden birkaç sokak arkaya doğru koşuyorduk ve bu kız nasıl bu kadar hızlı koşabiliyordu ayrıca! Ben uzun bacaklarıma rağmen geride kalmıştım. Tabii bu yüksek topukları Mirkelam’ a giydirsen o bile koşamazdı. Bu sefer de olmayan kanaldan kulağımda, ‘’Cotton Eye Joe*’’ çalıyordu. Koşarken, bu sefer artık ben dayanamayıp küfür etmeye başlamıştım; ‘’ Senin ağzının ortasına salıncak kurayım da sallana sallana sıçayım, he mi bebeğimmm!’’
Karanlık sokağın sağ tarafında açık bir dükkân vardı. Dövmeci. ‘’İçeri gir, gir, hemen.’’ Dedim. Nefesimiz kesilmiş dükkândan içeri daldığımızda, aşağıdan yukarı her yeri dövme kaplı çocuklar suratımıza şaşkın halde bakmaya başladılar. ‘’Merhaba, dövme yaptıracaktık biz. ’deyiverdi, Kıvılcım. ‘’Ah ne zamandır düşünüyorduk da heyecanlandık, vazgeçmeyelim bu sefer yaptırmaktan diye koşarak geldik.’’ Diye ekledim bende ardından. Ayaklı reklam panosu gibi her yanında yazı dövmeleri olan çocuk, ‘’ Aklınızda bir şey var mı? Nereye, nasıl bir dövme yaptırmak istiyorsunuz?’’ Kıvılcım, ‘’Sırt dövmeleri var ya hani boyundan başlayıp bele kadar inen dövmeler, onlardan.’’ ‘’ Omurilik dövmesi istiyorsunuz, peki bir yazı falan düşündünüz mü?’’ diye sorarken çocuk; Kıvılcım onu da sen bul artık der gibi yüzüme bakıyordu. ‘’ Düşündük evet tabii’’ dedim. Hepsi birden cevabımı beklerken ağzımdan birden ‘’I like to move it, move it*’’ diye çıkıverdi, bir yandan nefesimi toparlamaya çalışırken. Birbirlerinin yüzüne bakarlarken bizim kızda dahil hepsi birden gülmeye başladı. Fiyat falan filan sorarken bir yandan da dışarıyı kolaçan ediyorduk gelen giden var mı diye. ‘’Oh, saatte epey geç oldu, uzun iş şimdi uzun sürecekmiş biz daha sonra gelelim, İlke sen bir taksimi çağırsan.’’ Diyerek hiç açık vermeden buradan da ayrılmanın bir yolunu bulmuştuk.
Sarı arabaya biner binmez ikimizde bir rahatlama gelmişti. Önce dev bir kahkaha patlattık, sanki ne akşamdı ama yırtık der gibi sonra yer cücesi bir anda titreyen vücudu ile kahkahanın ardından daha fazla kendini tutamayıp ağlamaya başladı korkuyla. Sanki saklanmak ister gibiydi hala, dizlerimin üstüne başını koydu, taksinin arka koltuğunda illerlelerken biz. Artık hıçkırmıyordu, sadece omuzları sarsılıyordu.
Her şey bir film şeridi gibi zihnimden geçiyordu. Birahanenin loş ışıkları, Pilsen dayı, dertli abiler, simli ablalar… Herkes rolünü, yerini biliyordu. Kimsenin çizgisinden dışarı çıkmasına gerek yoktu. Çünkü sahnenin en büyük kuralı herkesin kendi trajedisini yaşamasıydı. Ve o repliği duyan yalnızca Kıvılcım değildi! ‘’ Seni öldüreceğim.’’ Bu sesi duyan yalnızca o değildi, binlerce kadının işittiği yaşadığı korkunun ta kendisiydi bu replik. Her şey bir elbiseyi giyer gibi kolayca başlayabiliyordu, bir tehdit, bir tokat…Ve sonrası…Ve sonrası bilinmez bir korku…
Hadi Kıvılcım’ın yanında ben vardım bu gece ve benim evime gidiyorduk ya yarın ya da gidecek bir yeri tek alternatifi olmayan kadınlar ne yapacaktı? Ev insanın mabedi değil miydi? En güvenli liman olması gerekmiyor muydu? Kaç kadın için cehennemine dönüşüyordu. Taksi durduğunda sessizce indik. El ele tutuşurken sokak lambasının altında sanki aynı şeyi düşünüyorduk; kaç ev vardı, evinde korkan, canı yanan, susan, susturulan, tehdit edilen, sessizce ağlayan; kaç kadın vardı?
Bu gece sadece bir birahaneden kaçmamıştık. Bir ülkenin acısından kaçmıştık ve sonu olmayan gelmeyen bir kaçıştı bu. Asıl mesele kaçmak değil, bu ülkede kadın olmaktı. Çünkü bu ülkede kadının derdi sadece bir beden küçük elbiseler ya da fındık kadar olan memeleri de değildi… Göz hakkı da değildi mesele, yaşama hakkıydı bütün mesele.
Bu sefer kulağımda olmayan kanaldan ‘’Ünzile*’’ çalıyordu.
Bu hikâye dertleri bir beden küçük gelen elbiselerden çok daha büyük olan; kocalarının gölgesinde değil, kendi hayatlarında var olmak için mücadele eden; her birahanede, her evde, her sokakta korkuyla yaşayan, ama yalnız olmadığını bilmesi gereken kadınlar için. Her kusurunuzdan, her fazlanızdan öperim.
*SERKAN KAYA/ KALAKALDIM
*REDNEX/ COTTON EYE JOE
*I LİKE TO MOVE İT (HAREKET ETMEYİ SEVERİM, HAREKET ET)
* SEZEN AKSU / ÜNZİLE
Ayşın Bayram
Ayşın’cığımm kalemine sağlık güzel arkadaşım. İkimiz de hikâyemizde Sezen Aksu’dan beslenmişiz, ooohh! Daim olsun yazıların🌹
Hiç bir kadın severek evlendiği erkeğin birgün celladı olacağını tahmin edemez, Ayşınım evet en güvenli olması gereken evler çoğu kadının hapishanesi oluyor ve çığlıklarını kimseye duyuramıyor
Yüreğine kalemine sağlık konu güncel anlatım mükemmel, kadın çocuk ve hayvan cinayetlerinin son bulacagı, kendilerini güvende hissedecekleri bir dünya dileğiyle 💟💜
Kalemine sağlık Ayşın ustam
Kalemine yüreğine sağlık Ayşın ‘ım şu dünyada kadın kadar güçlü bi varlık.yok ama bazen uğradığımız hem.psikolojik hem fiziksel şiddet yüzünden çok pasif olabiliyoruz ama senin gibi insanlar hayatlara öyle.guzel dokunuyoki kalma o ve yüreğiyle en güzel yüreklere dokunman dileğimle