Gidemeyiş

Gidemeyiş

Görsel: Sabriye “Sabiş” Sofu

“Gidemedim Nilperi.” 

Bu sesi duyunca Nilperi irkildi. Yaşadığı hasretleri büsbütün gidermek üzere çıktığı yolculuğun peşinde, duyduklarına şaşakaldı. Ona bu şekilde hitap edebilecek sayılı kişi vardı, onlar da hayatta değildi. Nilperi isminin çoktan unutulduğundan emin gibiydi. Şimdi ise martılara uğrak yeri olmuş, aynı anda birden fazla gemiyi ağırlamaktan aciz bu yıpranmış rıhtımda, tepsisinde iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda simidi kalmış bir simitçinin yanında duruyordu. Adımları bir türlü birbirini takip etmeyi beceremiyordu.

Bir anda hatırladı. “Her şairin bir mahlası olmalı.” demişti babası onun şair olmak istediğini duyunca, 6 yaşına basmamıştı. Babasına evdeki o “az yazılı kitabı” sorunca “şiirdir o.” demişti babası, “Tek cümlelik bir roman bilir misin? İşte onu şairler yazar…”. Masallarla, şiirlerle büyütüldüğü o köy yolunda, tarla ile ev arası karar vermişti Emine. Şair olacaktı.

O zamanlar bilmiyordu tabi, şair olmak için okuma yazma bilmek lazımdı. Seke seke vardılar babası ile eve. Annesine söylediğinde Emine, neşeyle karşılandı. Beraber bir mahlas aramaya başladılar. En sevdiği masaldaki peri padişahının Nilperi adında bir kızı vardı. Emine’nin aklına o masal düşünce keyifle kıkırdadı, “Nilperi” olacaktı mahlası. Annesi de babası da bu ismi sevdiler. Alışsın diye ona ara ara Nilperi de dediler.

Emine, namıdiğer Nilperi, okuma yazma öğrenmeye başladı o gün. Çalıştı, çabaladı. Akranlarından önce söktü hem okumayı, hem yazmayı. Annesinin de babasının da okuma yazma bilmesi onun için büyük şanstı. 

Onların döneminde kız çocuklarını pek okutmazlarmış. Emine’nin annesi Hatice, zamanında yalvar yakar okula başlamış. Osman Bey ile evlendirilince okulu mecburen bırakmış. Eve kapanıp hasta kayınvalidesine bakmış. Ama zehir gibi de aklı varmış. Ev işlerine bakarken bir yandan köyde bulduğu her kitabı okumaya çalışmış. Osman Bey şehre indiğinde, gücü yettiğince kitaplar alıp getirmiş Hatice’ye. Ta o zamanlar yemin etmişler birbirlerine “bir kızımız olursa okutacağız” diye.

İlk çocukları oğlan olmuş, sarılıktan toprağa vermişler. İki yıl sonra Emine doğunca bayram etmişler. Ne yaşayıp gördülerse, ne öğrenip bildilerse hepsini öğretmişler. Sözlerini de tutmuşlar, daha yaşı bile gelmeden okula göndermişler.

Emine’nin aklı, kuzeyini kaybetmiş bir pusulanın iğnesi gibi geçmişte kararsızca salınıyordu. Simitçi, bu kısa bekleyişten sıkılmış, seslendi.  “Abla bunu vereyim mi?”. Kulaklarına çarpan kelimelere irkilen Emine, geçmişinin toprağını silkeledi üzerinden. Nerede olduğunun farkına vardı. Eşofmanının dizleri delik bu alaca kara çocuktan istediği simidi hatırladı, çantasının içinde cüzdanını aradı. Simitçi simidi Emine’nin eline tutuşturup, kendisine alelacele, sayılmadan verilen bozuklukları saymaya başladı. “Beş lira olacak abla, yedi vermişsin.” diyerek para üstünü uzattı. Bozukluklar avucuna düşerken Emine’nin aklına okula başladığı günler düştü.

Okula başlamıştı başlamasına, okumayı da biliyordu ama matematiği iyi değildi. Özellikle kerrat cetvelini ezberleyememişti. Bir gün okuldan eve ağlayarak geldi. Annesine bir daha okula gitmek istemediğini söyledi. Bunu duyan annesinin yüzünü bir keder doldurdu. “Okuyacaksın,” dedi annesi, “buradakiler gibi olmayacaksın. Erken evvel bir kocaya varıp, gül gibi solmayacaksın!”

O günden sonra Emine okuluna gitti, cebiri de hatrı sayılacak kadar öğrendi. Ama en çok edebiyatı sevdi. Annesiyle babasının ona anlattığı gibi hikayeler kurmaya, günlükler tutmaya, şiirler yazmaya başladı. Şiirlerinde en çok denizlerden bahsederdi. Aslında ne babası, ne kendisi hiç deniz görmemişti. Annesi görmüştü, Emine de denizleri annesinden dinlemişti. 

“Hani şu karşıki meraları aşınca bir ırmak var ya, o ırmağın ucunu bucağını, başını sonunu görme. Düşün ki her yer mavi. Ha işte tam öyle bir şeydir deniz.” demişti annesi, “Bir baktın mı göğü gördüm sanırsın. Önüne durdun mu gökler ayağına dizilir. Misal bir gemi gelir, sanki uça uça. Gemiye binenin dertleri silinir. Gemiyle anca iyiye, güzelliğe gidilir.”

Böyle bilmişti Emine denizleri. Dinlediği kadarıyla, artık gözünde ne canlandıysa, şiirlerine bir nakış gibi denizleri işledi. Annesinin ince hastalıktan son nefesini tükettiği günden itibaren de en büyük hayali gerçek bir deniz görmek, gerçek bir gemiye binmek oluverdi. Öyle bir deniz düşledi ki, en biçare insanların çaresi olsun. Öyle bir gemi diledi ki, dertliye derdini unuttursun. Bir daha şiir yazmasa da son şiirinde Nilperi, şunları söyledi,

“içim olmuş bir deniz, ben de henüz geçmedim,
derdimi kederimi denizlerden demledim,
göğsümün kenarında gemilerim gizlidir,
o gemilerle anca güzelliğe gidilir.”

Annesi Hatice dünyadan göçünce Emine ile babası bir başlarına kaldılar. Bir evin hanımı olmayınca o ev eksik kalırdı. Emine de annesinden öğrendiğince evin işlerini görmeye başladı. Epi topu bir göz oda vardı evde. Ufak tefek bir mutfak, bir tane tel dolap, alaturka bir tuvalet, iki de çekyat. Çamaşırı, bulaşığı, gündüzden hallerderdi. Irmağa her indiğinde aklına denizler dolardı da kimseye sezdirmezdi. Babası Osman Bey, ne zaman şehre inse Emine’ye okuyacak kitaplar getirmeyi ihmal etmedi.

Çok geçmeden Emine, köydeki kadınların gözünde evlilik çağına geldi. Görücüler kapıları aşındırıyor, babası Emine’ye soruyor, Emine hiçbir talibini içine sindiremiyordu. Annesinin babasına duyduğu, babasının annesine gösterdiği gibi bir aşk arıyordu istemsizce. Onun gördüğü aşk, insanı çaresiz bırakırcasına yüce ve derin bir nefes gibi ciğerlere dolan türdendi. Oysa Emine taliplerinin hiçbiri için çaresiz kalmamış, kimsenin yokluğunda boğulmamıştı.

Bu arayışta yıllar birbirini kovaladı, talipler azaldı. Emine de işte öylece evde kaldı. Babasını toprağa verince, hanesi de köyü de ona dar gelmeye başladı. Bir evde annenin yokluğu ne kadar derinse, babanın yokluğu da bir o kadar keskindi. Daha bir kocaya varamadan Emine, köydeki kadınlar onu “dul” bildi.

“Kimse almaz Emine’yi, artık kimse sevmez. Bir başına onu kimse ıslah etmez.”

Emine bunları duydukça burnunun direği sızladı. Belki bir yıl, belki bir ömür kadar ağladı. Ayaklarının dibine serilecek bir denizin, onu derdinden kaçıracak bir geminin özlemini duymaya başladı. Neticesinde, 30 yaşında Emine, babasız, annesiz, ilk kez gördüğü denizdeki ilk kez gördüğü gemiye, bu rıhtıma geldi. Çantasında, gerçekliğinden emin olmak için yerini defalarca kontrol ettiği bir gemi bileti vardı. Fermuarı her açtığında biletin sır olup havaya karışacağından korkuyor telaşla fermuarı geri kapatıyordu. Çantasına sıkı sıkı sarıldı.

Göğe uzanan gemiye bakarken nefessiz kaldığı bir rüyada gibiydi. Deniz, onun tüm tasarılarından öte bir yerdi. Gemi ise azametin ta kendisiydi. Bir elinde iki lira bir elinde simidi, yıllar sonra o rıhtımda duydu ismini, “Nilperi”. Emine kendini tuttu, o yana dönmeye korktu ama sesin geldiği yöne kulak kesildi.

“Nilperi, gidemem. Bırakamam seni. Evlenme o adamla, uzaklara kaçalım. Yanımda olman bana kâfi.”

“Süleyman ne yapıyorsun? Giderim demiştin. Git. Böylesi herkes için daha iyi.”

O an anladı Emine, nefesini toparladı. Geçmişi değildi ona seslenen. Bu Nilperi, başka bir masalın kahramanıydı. Aydınlık adının aksine, bahtı kara, gerçek bir Nilperi’ydi. Kalbini salt bir mecburiyetle gemiye gömen gerçek Nilperi, yarım kalmış şiirlerin acemi şairi olan Nilperi’den birkaç adım uzaktaydı. Bizim Nilperi, bitmesini becerememiş bu mahzun hikayeyi berideki banka çöküp izlemeye başladı.

“Süleyman git. Bize rahat vermezler. Hem ben istemem kaçmayı, o kadar büyük değil dünya. Bulurlar bizi. Beni hapsederler bir odaya, seni de gönderiverirler toprağa.” Bir mum ışığı gibi solmaya başladı Nilperi’nin sesi, “Süleyman artık git!”

Süleyman’ın gözünden yaşlar süzüldü. Darağacına yürüyen bir idam mahkumu gibi ayaklarını sürüye sürüye ilerledi gemiye. Nilperi son defa baktı sevdiğine. Süleyman’ın elinde siyah, yıpranmış bir bavul vardı. Saçları ise bitmez kavgalardan çıkmışcasına dağınık. Omzunda emanet gibi kahverengi kadifeden bir ceket, en az on yıllık toprak karası bir pantolon, yürüdüğü yollardan bıkmış ayakkabılarının dikişleri söküldü sökülecek…

Geminin yadsınamaz heybeti önünde ufacık bir leke gibi kaldı Süleyman. Deniz göğe, gök denize karışmış. Gemiden artakalan her yer mavi. Deniz mavi, gök mavi, bulutlar mavi. Rıhtımda bir avuç insan, bir karınca sürüsü. Herkes sözleşmiş gibi koyu giyinmiş, sanki bir cenaze kalkıyor. Ellerinde bembeyaz mendiller köşeleri işli. Bazı eller havada ve havada bir is kokusu.

Güneşi perdeleyen bulutlara asılı kalmış martılar haykırmaya hazırlanıyor belli. Her şeyin ortasında bir hiç gibi durdu Nilperi. Ruhu çekildi. Ağır geldi, ağlayamadı. Bastırdı ellerini yüreğine, geldi oturdu berideki bankın ta öbür köşesine. Bu gemi dertleri silen, güzelliğe giden o malum gemi değildi belki. Biletin üzerinde bir rota yazıyordu yazmasına ama gemiye binenin nereye varacağı gerçekten belli miydi? Emine’nin ucu bucağına denk aklının içinde o gemiye binmek, o denize açılmak bir anda gayb’a tekabül etti. 

Duyduğunda o sesi, “Gidemedim Nilperi.”,  ne tesadüftür ki Emine de gidemedi. Anasını, babasını sakladığı toprağı geride bırakıp nereye varacağını bilemediği bir denize açılmak Emine’ye zor geldi. Varsın geldiği, gördüğü ona yetsindi. Hayallerini takibe hazır ayaklarına görünmez prangalar geçirdi. Çantasından hiç çıkamayacak bileti son defa kontrol etti. Saçlarını rüzgarın insafına, yüreğini acının uğultusuna bıraktı.

Gözleri, tekrar denizin gözbebeklerinin içine çekildi. “Denize çok bakma,” derdi annesi, “deniz, içine çeker insanı.” Emine de aynen öyle, gözlerini denizden ayıramadan, ufukta bir umudun ışığı gibi küçülmekte olan gemiyi izledi. Birden fazla umudun yitişine tanıklık etti. 

O sırada acı bir fren havayı delip geçti. Emine bir refleks gibi sesin geldiği yöne döneceğine, bir anne gibi, dünyası az önce yıkılan Nilperi’den yana döndü. Sanki fren sesi bir kurşunmuş da, Nilperi’nin kalkanı kendisi olacakmış. İşte öyle hissetti Emine. Ancak döndüğü yönde Nilperi’yi bulamadı. Banktan kalkıp gözleriyle onu aradı. 

Biraz ötede, kaldırımda, gençten güzel bir kız görüyordu. Nilperi midir, ne bilsin? Bakmamış ki kızın yüzüne ezberleyecek kadar. Kız bir adımını ileri atmış, ancak kararsız, Emine ise durumu dimağına sığdıramayacak kadar şaşkın. Biraz yaklaştığında yüzüne oturan karanlıktan tanıdı onu. Bu karanlık, yıllarca ona aynadan bakan Nilperi’nin yüzündeki karanlıkla tıpatıp aynıydı. Kendi hayatından vazgeçmenin karanlığı. Emine, kubbesine ışık bulaşmamış o çukuru biliyordu. O çukurun insana neler yaptırabileceğini de.

Annesiyle beraber gömdüğü çocuk şair Nilperi şimdi ona yol gösteriyordu. O önde, Emine arkada, usul usul yaklaşıyorlardı bir diğer idam mahkumuna. Sevdiğini kendi canından önce kaybetmenin hüznü, rıhtımın önündeki caddeyi bir mengene gibi sıkıştırıyordu. Nilperi ana yoldan hızla geçen araçları seyrederek kararsızca zaman kolluyordu. Emine’nin içi birden kalabalık olmuştu. Yüreğinden taşan seslere söz geçiremiyordu. Nilperi ayağını caddeye attığında, baş parmağa batan ince bir kıymık kadar önemsiz ancak bir o kadar belirgin bir çığlık duyuldu.

“Nilperi!”

Daha çığlık bitmeden martılar bu sese ustaca eşlik etti. Kimse onlardan yana bakmıyordu sanki. Sanki kimse duymadı freni ve çığlık Nilperi’nin kulağına ilişmedi. Emine, elinin varacağı yeri hesap etmeye vakit bulamadan atıldı öne. Anın ağırlığı içinde Nilperi’yi kolundan kavrayabildi. Nilperi, sadece kolunu değil ruhunu da kavrayan bu beş parmağın beşini de hissetti. Onun hiddetli çaresizliği, Emine’nin anasının etekleri gibi sarıldığı kolu bırakmasına yetmedi. Kimse bir şey demedi, simitçi su getirdi. Emine cebinde beklettiği iki lirayı simitçiye verdi. 

Oturdular sırtı denize dönük bir ağacın dibine. Simitçi gidince Emine, çantasını omzundan çıkardı, etinden et sökercesine. Bir devri kapatır, bir devi devirir gibi yerleştirdi çantasını köşeye. Simidi alıp eline, böldü tam üçe. Bir parça Emine’ye, bir parça Nilperi’ye, parçanın biri de rızkını arayan bir düzine serçeye. Konuştular bir tamın üçte biri kadar, “Bu hale nasıl geldik?” diye. 

N. Zeynep Özpolat – Gidemeyiş

“Gidemeyiş” için 1 yorum

  1. Sevgili Zeynep Özpolat sizin hikayenizde yüreğe dokunan cinsten olmuş. Sayfanız hayırlı olsun gerçekten hikayelerinizi okumak bana da çok iyi geldi.

    Biz bu hale nasıl geldik ? Cevabını kendimize hep soracağız muhtemelen bizlere verilen cevaplar da çok farklı yerlerde çok farklı deneyimlerde saklı 🙂

    Kolaylıklar dilerim

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top