
Çizen: Ekin Aslanoğlu
İnsanlar, ben artık doydum, deyip arkalarına yaslanıyorlar ya, şaşırıyorum. Doyduklarını nasıl biliyorlar? Elbette midem tıka basa dolunca ben de artık yiyemeyeceğimi anlıyorum. Ancak yeme isteğim bittiği için değil, midem daha fazlasını almadığı için duruyorum. Oysa doydum deyip arkasına yaslananlar bunu kastetmiyor. Her zaman her yerde söylemişimdir ‘Doymak kültürel bir meseledir.’ Ne kadar istesem de bu meseleyi araştırıp, anlama fırsatım olmamıştı.
Berberim ense traşımı yapmak için eğilmemi istediğinde, eğilemedim, çaresiz kaldım. Kilom sebebiyle ensemde iki kat et olduğundan ense traşı için eğilmem gerekiyordu. Bir iki denemeden sonra beni düşürdüğü bu çaresizliğe isyan ederek haykırdım. Henüz yediklerimi hazmetmemişken nasıl eğilebilirim ki? diye bağırdım.
Bir pazartesi günüydü. Kahvaltım bitmişti, yemek yedikten sonra hep yaptığım gibi arkama yaslanıp, kemerimi bir delik gevşettim. Sindirimi kolaylaştırsın diye sodamı içmeye başladım. Elbette tıka basa dolu midem sodayla buluşunca daha da şişti. Sonra asit malum etkisini gösterdi ve ardından gürültülü bir iki geğirme geldi. Tam o sırada odamın kapısı çalındı. Gelen yardımcım Refik’ti. Yeni berberiniz ve çırağı geldiler efendim, dedi. Oysa henüz 09.15 idi. Hiç sevmem işgüzarlığı. Daha 45 dakikası vardı. Erken gelmenin kanımca geç gelmekten bir farkı yoktur. Birinde beklettiğiniz kişi, diğerinde hazırlıksız yakaladığınız kişidir. İkisi de birbirinden fena. İkisi de kişisel alana saldırı. İnsanın hayat ritmini bu şekilde etkilemeye kimsenin hakkı yoktur. Şimdi bunu normal saatine kadar bekleteyim desem bu kez de bekletiyorum diye gerileceğim. Hayır, benim bir rutinim var efendim. Daha yediklerimi hazmedemeden içeri aldırdım mecbur. Adam iyi berber, ona lafım yok. Bir erkeğin eş seçimi kadar önemlidir berber seçimi. İkisini de bulamayıp heder olan erkekler var. Paranızın olması sadece seçenekleri ve deneme sayısını arttırır, eş bulmak gibi dedim ya. Ancak yine de bulamayanlar vardır. Berberimi o gün önce azarladım sonra da yüklü bir bahşiş ile gönlünü aldım. Çünkü küstürmek de işime gelmezdi. İyi berbersin ama bu zamanlamalara dikkat etmen lazım gibi övgü içeren ikazımı da yaptım. Mahcubiyeti azıcık geçer gibi olunca toparlanıp gitmesini istedim. Çırağına malzemeleri toparlamasını söyleyip çıktı.
Tüm bu olanları sessizce izleyen genç çırağı makasları, fırçaları toplayıp kapıya yöneldiğinde durdurdum. ‘Hayırdır delikanlı manalı manalı kaş altından bakıp duruyorsun’ dedim. On beş on altı görünen delikanlı, bir bebeğin burnunun altına kalemle çizilmiş gibi duran taze bıyıklarıyla kekeleyerek yanıtladı. ‘Bana düşmez ama yaş ilerledikçe bu kadar yemek iyi değil der babam’. Konuştukça hoşuma gitmişti. Bana bir yerde insanın bedeninin ‘Doydum. Artık yemeyeyim’ dediğini, işte orada durmak gerektiğini söylediğinde gülümsedim. Dedim ya ben böyle bir bilgiye sahip değildim. ‘İnsanın midesi şişip, tıkanmadan da doyduğunu anlaması mümkün mü? Mesela tabakta hala yemek varken yahut yiyebilecek daha bir çok çeşit yemek varken doydum deyip bırakıyor musun?’ diye sordum. ‘Elbette. Doyduysam bırakırım’ dedi. ‘Babam mesela ihtiyacı olmayan şeye elini sürmez, ihtiyaç duyduğu şeyden de gerektiği kadar alır. Bize de hep böyle yapmamızı tembihler’ dedi. Adını sordum; Gökhan’mış. Yaz tatillerinde dayısı Hasan’ın yanında berber çıraklığı yapıyormuş. Babasının mı, Gökhan’ın mı yerinde olmak istediğime karar veremedim. Onlar gibi olmak, onların gözünden dünyayı görmek değil; onlar olmak istedim. Bir günlüğüne tadına bakmak isterdim başkası olmanın. Doymak diye bir şey varsa bunu yaşamak isterdim.
Eğitimli biriyim. Aileden zenginim. En iyi okullarda okudum. En iyisini yedim. En iyisini giydim. Ancak kişisel bakım, kendini anlamak, empati gibi konular tamamen aile yapısıyla, aile yapısı da tabi ki o ailenin ait olduğu kültür, inanç ve siyasi yapı ile ilgili. Benim ailemden öğrendiğim; yalnızca fakirlerin kanaatkar olması gerektiğidir. Fakir insan doğuştan kirlidir. Cenneten kovulmayla başlar onun hikayesi.
Doymak… Herhangi bir konuda doymak, doyduğunu anlamak… Bir şeyi artık istememekten bahsetmiyorum. Daha fazlasını istemekten sizi alıkoyan şeyden bahsediyorum. Bunu bile isteye yapmanızdan bahsediyorum. Yemek yemek, aşk, iyi giyinmek, lüks yerleri gezmek, daha çok kazanmak gibi. Elinizdekinin yeterli olduğunu anlayıp bir yerde durmanızı sağlayan şey nedir?
Gökhan’ı çok sevmiştim. Babası Hacı Bey’le de tanıştık sonra. Çok iyi bir marangozdu. Ankaranın en iyi marangozları arasında anılıyordu. Berber Hasan’a bir gün; ‘Enişten Hacı Bey’i getir bir iki mobilya siparişim var, ölçü alsın’ dedim. Hacı geldi. Kalender, hoş sohbet bir adamdı. Ancak benim en çok ilgilendiğim kanaatkarlığı idi. Ona bir çok mobilya siparişi verdim. Ne fiyat verdiyse iki katını önerdim. Tek isteğim elindeki işleri bırakıp önce benim siparişlerimi bitirmesiydi. Bana ‘Olmaz öyle şey. Herkes sırasını bekleyecek. İnsanlara sözüm var. Ayrıca bu işin bedeli ne ise o fiyatı verdim ben, fazlasının lüzumu yok. Fazlasını almak hırsızlık olur’ dedi. Hırsızlık mı? ‘Yahu ben teklif ediyorum fazlasını vermeyi. Bir şeyimi çaldığın yok ki’ dedim. ‘Beyefendi afedersiniz dilenci miyim ben?’ diye tersledi.
Berberim Hasan’dan aile ile ilgili bilgi aldım. Hacı’nın Gökhan, Necati ve Niyazi adında üç erkek evladı olduğunu, karısı yani Hasan’ın ablası Hacerin de, Hacı gibi kanaatkar bir kadın olduğunu anlattı. Hacı ile Hasan askerde tanışmışlar. Askerden sonra hiç ayrılmamışlar. Birbirlerinin evlerine girer çıkar olmuşlar. Bir gün Hacı ‘Hasan müsaden olursa ablanı istemeye geleceğim’ demiş. Hasan da ‘Gurur duyarım’ diye yanıtlamış. Hacı meğer aslında büyük ablaları Hüsniye’ye abayı yakmışmış. Ancak istemeye geldiklerinde ev erkanıyla tanışırken ‘Bu da Hüsniye ablamın eşi Kemal’ cümlesini duyunca uzunca bir bakakalmış. Sonra da hem rezil olmamak, hem de rezil etmemek için bir küçük abla Hacer’i istemiş. Almış da. Berber Hasan bunu yıllar sonra Gökhan’ın sünnetinde, ikisi de sarhoşken Hacı’nın ağızından duymuş. Berber Hasan muhabbeti pek seviyordu. Konuşmasını istediğin konu hakkında hafif bir ittirmen yetiyordu. Yokuş aşağı, sen durdurana kadar devam ediyordu. Anladım ki Hasan pavyon meraklısı bir adamdı. Hacı bir iki kez onun borcunu ödemek zorunda bile kalmış. Hacı’nın küçük bir hayatı var ve az ile yetinebiliyor. Hasan ise elindeki hiç bir şeyden memnun değil. Küçücük berber kazancıyla dağları deviriyor. Hacı hayal kırıklıklarını kader diye bağrına basmış, sevmiş bile. Daha iyisine sahip olmayı aklına bile getirmiyor. Hasan ise hep haksızlığa uğradığını, hep mağdur olduğunu, hep daha iyisini hak ettiğini düşünüyor.
Anladım ki aza tamah etmek, doyduğunu anlamak, ihtiyacınla ilgilidir. İhyacı belirleyen de kişinin midesinin çapıdır. Peki ya insanın midesinin çapı büyürse, yine kanaatkar kalır mı?
Hasan’a, ‘Hacıyı da al gel, bu akşam benim konuğumsunuz’ dedim. Hangi sebeple diye bile sormadı, sevinçle kabul etti. Yarın gel yarı yarıya ortağımsın desem onu da aynı çekilde kabul ederdi. Çünkü o her şeyi hak ettiğini düşünüyordu. Oysa Hacı, niye ki, diye soracaktı. Bu sebeple düşünüp, bir gerekçe hazırlamıştım. Davetimin sebebi hayata bakış açımı değiştiren, artık daha kanaatkar ve adaletli bir hayat sürmem gerektiğini öğreten bu insanlara teşekkür etmekti. Berber Hasan daveti eniştesi Hacı’ya ilettiğinde tam da düşündüğüm tepkiyi almış. Davet sebebim de pek aklına yatmamış Hacı’nın ama bir teşekkür daveti olunca ayıp olur deyip sürükleyerek getirmiş Hasan.
Eli yüzü düzgün bir pavyonda ağırladım onları. Hani bitirimlerin, çakalların geldiği; kandırılıp düşürülmüş köylü kızların kaşarlanıp çalıştığı bir pavyon değildi burası. Eğitim ve gelir olarak yüksek bir grubun geldiği bir yerdi. E çalışan kadınlar da dağılan Sovyet Cumhuriyetlerinden, eski deyimle doğu bloku ülkelerinden gelen kadınlardı. Dansçı olarak geliyorlardı, iyi de dans ediyorlardı. Tabi müşteri çağırınca masaya gelip kons da yapıyorlardı elbet. Kadınlara dokunmak yasaktı. İçkisini ödediğin sürece otururlar, sonra kalkarlardı. Para karşılığı ilişki yaşamaları yasaktı. Eğer yaşayacaklarsa da pasaportlarını rehin almış pavyon sahiplerinin bilgisi, izni dahilinde ve çok pahalıya yaşayabilirlerdi. Bu sebep müşterilerden çoğu platonik aşıktı. İnsanın hiç edinemeyeceği şeye yaptığı yatırımın hududu yoktur. Elde edememek açlığı büyütür, mideyi genişletir. Elde edemediğin şeye özlemin büyüdükçe, elde edemediğin şey de gözünce büyür, kendinden başka bi şey olur. Bir gün elde edersen özlediğin şey olmadığını fark edersin ve onunla yetinemezsin. Sadece bir şeyi elde etmek isterken bir bakarsın ki daha fazlasını istemenin müptelası olmuşsun. Velhasılı tutkunun gıdası hiç ulaşamadığıdır.
O gün pavyonda çok eğlendik. Tüm hesabı ödedim. En güzel kadınları konsa çağırdım, gece boyunca yanımızda oturdular. Hacı’nın çekinik bakışlarla süzdüğünü gördüğüm Macar kadının sabaha kadar bizimle oturmasını istedim. Çok hoş sohbet ettiler. Ertesi hafta aynı pavyonda yeniden ağırladım Hasan’la, Hacıyı. Bu arada Hacı evdeki mobilyaları bitirdikçe gelip monte ediyordu. Gökhan onunla geliyor kütüphanemde beğendiği kitapları okuyordu. Bir iki kez ben istedim diye kardeşleri Necat ve Niyazi’yi de getirdiler ancak çocuklar küçük olduğu için sıkıldılar, annelerini istediler. E Hacer Hanım’ı da getirin demedim.
Artık çoğu akşamım berber Hasan ve mobilyacı Hacı ile pavyonda geçiyordu. Yalan yok eğleniyordum da. Bir süre sonra takdir edersiniz ki sıkıldım bu ikiliden. Onlara işlerim olduğunu ancak isterlerse enişte bacanak bensiz gidebileceklerini, misafirim olduklarını söyledim. Hacı Macar kızı Marina’ya abayı yakmıştı. Pavyondan başka yerde göremeyeceği için her fırsatta gidiyordu. Bir ay sonra harcamalarına limit koydum. Ancak bir saat kadar oturabilecekleri bir parayı ödeyeceğimi bildirdim pavyona. Bir kaç ay sonra da tüm ödemeleri durdurdum. Artık sonuç alma zamanı gelmişti. Hacının mide çapı büyümüş, hayal kırıklıkları etine batar olmuştu. Bakalım doymayı, doyduğunu anlamayı şimdi de becerebilecek miydi?
Bir gün uykusuz Hacı yeni sipariş ettiğim oyma kapı kemerleri için ölçü alırken Gökhan’ın kütüphanede kesik kesik nefes aldığını duydum. Yanına gittiğimde ağlıyordu. Az başını okşayıp halini sorunca babasının eskisi gibi olmadığını, tüm kazancını dışarıda harcadığını, annesine kötü davrandığını söyledi. Annesinin mutsuzluktan yemeyi içmeyi unuttuğunu, sonunda da hasta düştüğünü, dün akşam da öldüğünü hıçkırıklar içinde boğularak anlattı. Evimde işlerini bitirdikten sonra, öğlen cenazeyi kaldıracaklarmış. Şaşkınlıktan dona kaldım. Dün eşi ölen bu adam, Hacı, bu sabah evime gelip ölçü alıyordu.
Gökhan’ı sakinleştirdim. ‘Annen şimdi cennette sizi gözlüyor. Ölüm bir son değil. Bu hayat bir sınav.’ gibi beylik söylerle teselli ettim. İşe de yaradı. Gökhan az sakinleşmişti. Demek Hacı’nın midesi kalbindeki boşluğa doğru büyümüştü. Demek bastırdığı açlığı kalp evindeydi. Gökhan ağlayarak bana sarıldı. ‘İyi ki varsın Birol amca’ dedi. ‘Ailemize kol kanat gerdin. Bana çok iyi davranıyorsun. Seni çok seviyorum. Yalnızca burada, evinde olunca mutlu oluyorum. Teşekkür ederim’ dedi. Yanından kalktım. Kapıda duraksadım. Kapının çerçevesine tutunarak döndüm ‘Gökhan babanı pavyona ben alıştırdım’ dedim. Gökhan öylece kalakalmıştı. ‘Çık lan dışarı!’ diye bağırdım. Hacı sese geldi. İkisini de kovdum. Yardımcım Refik onları kapı dışarı etti.
Gökhan bana güzel söyler söylerken dayanamayıp ayağa kalkmıştım. Odadan çıkmaya davrandığımda kusacak gibiydim. Utancımdan diz üstü çökecek gibi hissediyordum. Benim açlığım da ben olmayan hayatlaraydı. Midem benliğimdeki boşluğa doğru büyümüştü. Ben olmaya tok hissediyordum ilk defa. İlk defa tabağımda olabileceğim benler varken artık durmak istiyordum. Doymak böyle bir şey miydi?
Burak Tamdoğan
*Bu öykü Engin Akyürek’in “Oğul Odası” adlı öyküsünden esinle yazılmıştır.
Burak Hoca’m kaleminize sağlık.
Kimin ben’idir bu ben’deki…
Var olasınız🌹
Ne çok şey söylüyor bu hikâye…
İnsanın gerçekten “doymak” için önce neye aç olduğunu anlaması gerekiyor galiba.
Bazen yemekle, bazen alkışla, bazen sevilmeyle doyurmaya çalışıyoruz o boşluğu.
Ama sonunda hep aynı yere dönüyor insan:
Kendine.