Aynı Çay Farklı Sen

Çizer: Hüleyde Şenlikçi


Çay koydum bu sabah. Suyun kaynayışını dinledim; fokur fokur eden sesin içinde eski bir şarkının kırık nakaratı çalıyordu sanki.. Çayı demledim; bizim çaydan biraz, kaçak çaydan biraz…  O en sevdiğim cam bardağa doldurdum… Hani birlikte almıştık, ilk kez evimize misafirler geleceği zaman.  Vitrinde ilk gördüğüm anda nasıl da beğenmiştim, ince belinin üzerine işlenmiş kırmızı gül desenini. Bir takım, 6 taneydiler…

Gül desenine bakarken dalıp gitmişim…

Işıldayan gözlerin geldi aklıma. “Bu bardaklarda içilen çay misafiri mutlu eder” demiştin. Ben gülmüştüm, “Asıl bizi mutlu etsin, onlara bir gün bize her gün çay versin ” demiştim. O zaman dört kişi daha lazım bize diyip göz kırpmıştın.  El ele tutuşmuştuk sonra, kahkahamız çarşının kalabalığında yankılanmıştı.

Rengi mi solmuş bu gülün? İçi mi boşalmış desenin?

Çayın buharı da eskisi gibi değil sanki, kaynıyor olsa da çaydanlığın altındaki su, yine de eskisi kadar çok buhar çıkmıyor bardaktan… Bana mı öyle geliyor yoksa?

“Bana bir çay daha koyar mısın?” dedin. Sesindeki tını, yıllar önceki şefkatten çok uzaktı; sanki alışkanlıkla söylenmiş, üzerinde hiç düşünülmemiş sıradan bir ricaydı. Oysa ben, o sıradan cümlenin içinde kayboldum. Çaydanlığa uzanırken elim titredi. Bardaktan yükselen buhar, yüzüme değdiğinde gözlerim birden başka bir masaya döndü.

Hamile olduğumu ilk öğrendiğim günü hatırladım. Ne kadar sevinmiştik… Sen beni pamuklara sarmıştın. “Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaksın,” demiştin. Mutfağa girdiğimde yarım kiloluk poşetleri bile elimden almış, “Aman, sen taşıma, ben hallederim,” demiştin. Ne kadar da mutluyduk.

Üç ay sonra…Karanlık bir odada, beyaz duvarların arasında…

Düşük tehdidi, hastaneye yatıracağız dediğinde doktor, korkmuştum evet ama dualara sığınmıştım.

Sen eve gidip getirmiştin eşyalarımı. O çok sevdiğim yavru ağzı gecelik, sıkılmayayım diye sevdiğim korku romanları, bir de bardak olarak kırmızı güllü çay bardağım. Gülmüştüm, hiç olur mu bu bardak hastanede diye… Çay mı yapacaksın bana demiştim, sen de ne istersen onu yaparım çaysa çay, kahveyse kahve diyip göz kırpmıştın…

Ve bir kan gölünün içinde uyandığım o gece… Korkuyla hemşireleri doktorları çağırışın, benim çığlıklarım, doktorların yüzündeki şefkatli acıyı görüşüm, bittiğini anlayışım…Kanıtlayamam ama sanki feryatlarım başucumda duran bardağın camına değip değip derinleşti, bir kuyuya bağırmak gibi… O kırmızı gül daha da kırmızı oldu… Bebeğimi koruması gereken rahim iç duvarının parçalanışı  ve yatağa yayılışı, kırmızı rengine renk kattı sanki gülün..

Hastaneden çıkışımız… 3 değil 2 kişi olarak…

Sarılmıştın bana “Bir dahaki sefere olacak,” demiştin. İnandım. Çünkü senin gözlerinde umut vardı.

Sonra ikinci… üçüncü… Her seferinde aynı döngü: üç ay süren bir mucize inancı, sonra bir kan gölü, derin bir boşluk…

Başlarda derin değildi boşluk aslında, ben bir ucundan sen bir ucundan elini uzatınca yine yakalayıp birbirimizi, el ele kalabiliyorduk.. 

Ama dördüncüden sonra ben artık kelimeleri duymaz oldum. Ve sen uzattığım eli tutmadın mı, yoksa boşluk çok derindi ben sana ulaşamadım mı bilinmez… Hiç sarılmadın bana…

Ve zamanla bardaklar da kırıldı, önce biri, sonra ikisi, sonra bir diğeri…

Beşinci, altıncı derken sayılar da birbirine karıştı. Yedinci, sekizinci, dokuzuncu, hangisi hangisiydi… Hepsi üç ay… hep üç ay… Sanki kader bana aynı filmi tekrar tekrar izletiyor, aynı noktada perdeyi kapatıyordu.

Eskiler hep söyler ya, kayıplardan sonra aynı kalmazmış evlilikler. Bizde de öyle oldu. Üç ay da olsa, bir sürü çocuğumuz oldu bizim, ve bir sürü çocuğumuzu kaybettik… Belki de sadece çocuklarımızı değil, ümidimizi de kaybettik, ne dersin?

Evimizin duvarları sessizleşti önce. Çay bardaklarının kenarındaki desenler solmaya başladı. Ben her sabah masaya otururken içimde sessiz bir dua taşıyordum, belki bu sefer olur diye. Sen ise sessizliğe gömülüyordun, yüzünü elindeki ekranın arkasına saklıyor, olmadı mı televizyonun sesine sığınıyordun.

Birbirimizden çaldığımız umutları fark etmedik belki de. Ben kaybettiğim her canla birlikte biraz daha içime kapanırken, sen de bana sarılmak yerine kendini dışarıya açtın. Önce iş bahaneleri, sonra dost sohbetleri, sonra hiçbir şey oldu bahanen.

Ve şimdi, yıllar sonra, aynı köşede, aynı bardaktan çay içerken ben sana bakıyorum ama senin içinde başka birini görüyorum. Belki de ben de sana öyle görünüyorum. Çünkü o kayıplarla birlikte biz, “biz” olma hâlimizi de kaybettik.

Bir çay daha doldurdum sana. Geriye kalan iki kırmızı güllü bardaktan daha kırmızı olana.. Tam sana yaklaşmıştım ki, gözüm telefonun ekranına takıldı, mesajlaştığın kişinin ismini görmedim ama yanında kırmızı bir kalp vardı.

Bir kalp…

O kişi kimse onun adının yanına bir kalp koymuşsun kaydederken.

Çayın sıcaklığı az kalır başımdan aşağıya dökülen kaynar suları düşününce…

Ben, bu evin sessiz tanığıyım. İncecik camımdan bakınca yılları gördüm; kahkahaları, umutları, sessizlikleri. Bir zamanlar bana dokunan ellerin tutkusunu, sıcaklığını hissederdim. O eller öyle sıkı, öyle neşeyle kavrardı ki beni, her yudumda içimdeki çay da sevinçle dans ederdi.

Beni doldururken acele edilmezdi eskiden. Buharım havaya yükselirken birbirlerine bakar, gülümserlerdi. Birinin ötekine çay getirişi bir tören gibiydi; incelik, özen, sevgiyle dolu..

Ama yıllar geçti. Şimdi eller beni aynı güçle tutmuyor. Parmakların arasındaki boşluğu hissediyorum. O sıkılık, o keyif yok artık. Bazen bana dokunan el öylesine, dalgın… Sanki ben sadece sıradan bir eşya olmuşum gibi. İçime konan çay bile eskisi kadar özenle süzülmüyor.

Bir zamanlar kahkahalarla dolan bu evin duvarları şimdi sessiz. Öyle bir sessizlik ki, ölümün sessizliği gibi. Ben, desenimle hâlâ o eski günleri hatırlatmak istesem de onlar birbirine bakmadan nasıl yapabilirim?

Ve işte sonunda…

Birden elinden kaydım. O an, zaman yavaşladı sanki. İncecik camımın içinde taşıdığım çay, özgür kalmış bir nehir gibi her yana savruldu.

Bir kısmı yere döküldü, fayansların soğuk yüzeyinde koyu bir leke bırakarak hızla yayıldı. Büyük bir kısmı kadının ayağına aktı; aniden kabaran derisine yapıştı, acı dalga dalga yayıldı ama sesi çıkmadı. Yalnızca gözleri irkildi, nefesi kesildi. Ve birkaç damla da adamın koluna sıçradı. Oysa o, kendi koluna düşen minicik yanmayla yüzünü buruşturdu, öfkesini kadına çevirdi:

“Ne yapıyorsun sen? Dikkat etsene!”

Kadının ayağında hâlâ yanık acısı vardı, ama o sessizdi. Çünkü sanki çayımdan başka bir şey daha çok yakmıştı canını…

Ben ise yere çarptım. Halıya düştüm aslında. Yumuşak olsa bile, son olmaya ygun bir zemin olmasa bile oldu işte… İnce camım bir anlık çınlamayla ikiye ayrıldı. Sesim evin içinde yankılandı; yıllardır suskun kalan o odada tek gerçek haykırış bendim.

Kırıldığım an aslında kırılan sadece ben değildim; aralarındaki son bağın da çatırdayışını hissettim.

Yıllar önce kızaran gülüm parçalandı.

Adam öfkeyle sandalyesini geriye itti.
“Topla şunları!” dedi, yüzünde sabırsız bir sertlikle.

Kadın ses çıkarmadan eğildi. Halının üzerinde parıldayan cam parçalarını elleriyle toplamaya başladı. İncecik kıymıklar avuçlarına battıkça kırmızı damlalar süzüldü. Ama o, acıyı hissetmiyor gibiydi. Yalnızca sessizce topladı hepsini, sonra avucundaki camlarla birlikte odadan çıktı.

Adam kadının mutfağa gittiğini sandı. Kendi kolundaki damlaları silerken yeniden telefonuna döndü. Saatler geçti. Evin içinde yalnızca televizyonun tekdüze sesi vardı. Sonra birden sustu ekran. Adam seslendi:
“Çay bitti mi? Bir bardak daha versene!”

Cevap gelmedi.
Ayağa kalktı, evi dolaştı. Mutfakta yoktu. Yatak odasında yoktu. Banyoda yoktu. Kalbi hızlandı. Sonra gözleri yere takıldı: küçük kırmızı damlalar… Kan izleri salonun kapısından koridora, oradan da dış kapıya doğru uzanıyordu.

Kapıya yaklaştığında kalbi sıkıştı. Kadının ayakkabıları yerinde duruyordu. Telefonu masanın üzerinde, çantasını almamıştı. Hiçbir eşyasına dokunmamıştı. Sadece çıkıp gitmişti. Usulca, sessizce, geriye tek kelime bile bırakmadan.

Ve tam kapının önünde yere düşmüş bir damla vardı. Şekli yuvarlak değil, kıvrımlıydı. Adam eğilip baktı: kan, halının üzerinde kırmızı bir gül gibi açmıştı.

Hesna Gül

“Aynı Çay Farklı Sen” için 3 yorum

  1. Saime Korkmaz Ceylan

    Sevgili Hesna evvela kalemine ve dahi yüreğine sağlık olsun. Umutla, inançla başlayan bu öykünün sonundaki acıyı ve hayal kırıklığını hissettim, hissettirdi kelamın.
    Güllü bardaklardan çay içme arzusu ile doldum gecenin şu vaktinde🤗

  2. Tuğba Atamer

    “Ve sen uzattığım eli tutmadın mı, yoksa boşluk çok derindi ben sana ulaşamadım mı bilinmez.” O boşluk ne zaman geliyor, nerede başlıyor hiçbir zaman bilinmiyor sanki. Gözlerimden süzülen incecik yaşların da eşliğiyle hikayeni okudum. Kalbine sağlık Hesna.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top