
Çizer: Berna Demir
Son yapraklar dökülürken ağaçların ince dallarından, Jülide’nin de yaşları süzüldü al yanaklarından. İçi paramparçaydı. Dışı ise, çaresizliğin bile tanımadığı bir sessizlikle örtülmüştü. Haberi aldığından bu yana, oturduğu banka adeta kazınmış gibiydi. Oturana asla huzur vermeyen, her yeri dayak yemiş gibi hissettiren bu bankların parkta ne işi vardı?
Gözleri farkında olmadan gölün karşı kıyısındaki banklara kaydı. Evsiz bir adam, bankın soğuk demirine yanlamasına uzanmıştı. Üzerindeki ince, zamana yenik düşmüş tişört artık bir giysi değil, yorgun bir harita gibiydi. Kumaşındaki yırtıklar, kıtalara bölünmüş bir dünyanın izlerini taşıyordu sanki. En büyük yırtık, tam göğsünün üstündeydi — rüzgârın rahatça içeri dolduğu yer — ve haritada güneyi gösteriyor gibiydi; şekliyle, yalnızlığıyla, ürperten beyazlığıyla neredeyse Antarktika’ya benziyordu. Sonbaharın keskin soğukları, o kıtanın buz gibi sessizliğini taşıyordu sanki yırtıktan içeri.
Başka bir banka gözü takıldı. Birbirine yaslanmış, gölü izleyen bir çift oturuyordu. Onların etrafında rüzgâr bile daha nazik esiyor gibiydi. Oysa evsizin üzerindeki rüzgâr, her seferinde yokluğunu tokat gibi yüzüne vuruyordu. O çiftte gördüğü şey güven ve sadakatti. O manzara, evsiz adamdan daha çok acıttı içini. Bir yanda yaslandığı sevgilisiyle dünyayı unutmuş bir adam, diğer yanda tüm mirası bir metrelik bank olan biri. Bu kare, Jülide’nin göz kapaklarına kazındı: onlu ve onsuz…
İçinde bir boşluk vardı ama ne orayı doldurabiliyor ne de o boşluğa kayabiliyordu. Kendi bedeninde kaybolmuş ve sıkışmış gibiydi. Hâkim olamadığı duyguların esiri oluyordu.
Eylül’ün ortalarıydı. Duvardaki sarkaçlı saat sabah sekizi gösteriyordu. Yatağının başucunda titreşen telefonla gözlerini araladı Jülide. Hayli yorgun hissediyordu. Havadan mıdır, uykusuzluktan mı bilinmez; içini kırgınlık kaplamıştı. Eliyle komodinin üzerindeki telefonunu aradı. Kaldırmadan kenarından baktı bildirime. Ilgaz’dan gelen bir mesajdı. Konuşmak istediğini, konunun da ciddi olduğunu yazmıştı.
Saatin sarkacının sesiyle birlikte Jülide yataktan kalktı ve hazırlanmaya başladı. O saat, her tınısında ağırlaşan bedeninin hareketlerini saniyelere bölüyordu sanki. İçindeki kötü his, giydiği kıyafetlere bile yansımıştı. Farkında olmadan her şeyi siyah ve kasvetli seçmişti. Son anda kaşesini de üzerine çekip alelacele taksiye bindi ve konumdaki parka vardı. Hiç gelmedikleri, ona yabancı bir yerdi burası. Çekingen adımlarla etrafına bakınırken bir bankta Ilgaz’ı gördü. Hızlı adımlarla yanına vardı, karşısında dikildi ve gözlerinin içine baktı. Ilgaz onu fark etti, yavaşça doğruldu. Başını öne eğmişti, konuşmaktan çekinir bir hâli vardı. Oturması için Jülide’ye işaret etti ama Jülide hayli endişeliydi ve merakla bu önemli konunun ne olduğunu öğrenmek istiyordu.
Ilgaz, ısrarla onu oturttu ve konuşmaya başladı. Ondan ayrılmak istediğini, artık bir beklentisi kalmadığını ve Jülide’nin de onu beklememesi gerektiğini söyledi.
Jülide çok şaşırmıştı. Bunu nasıl bu kadar kolay söyleyebildiğini ve neden böyle bir karar aldığını sorsa da, Ilgaz için hiçbir şey değişmiyordu. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Cebinden, bir zamanlar Jülide’den aldığı fuları çıkardı ve sessizce boynuna astı. Sonra arkasına bile bakmadan yürüyüp gitti.
Oturduğu bankta saatlerin geçtiğini fark etmemişti Jülide. Çalan telefonu duymuyor, yanından geçen insanları görmüyordu. Kalbinin sesi kulaklarında yankılanıyor, her atışta bedeni sarsılıyordu. Titreyen vücudu soğuktan değil, çaresizlikten ürperiyordu. Bir yerlerde bir orman yanıyordu sanki. Ne dumanı tütüyor ne de kokusu geliyordu. Aslında, içten içe Jülide’nin baharı son buluyordu…
O sırada, uzaktan bir çift göz uzun uzun süzdü Jülide’yi. Ağır adımlarla banka doğru, dize kadar uzun, sivri topuklu, deri ayakkabılar yaklaşmaya başladı. Topuk sesleri yere vura vura bisiklet yolunu deliyordu adeta. Banka yaklaştığında, kadın deri eldivenlerini orta parmaklarının ucundan çekerek çıkardı. Ilgaz’ın kalkalı saatler olmuş soğuk bankına, kaşesini önünde toplayarak oturdu. Siyahlar içindeki kadın başındaki fötr şapkasını çıkardı ve saçlarını savurdu.
Yüzüne çarpan saçlarla irkilen Jülide, hemen soluna döndü. Gördüğü kişi, en yakın dostu Pelin’den başkası değildi. Jülide’nin iyi görünmediği her hâlinden belliydi. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerle çaresizce bakıp sarıldı arkadaşına. Pelin, gayet soğukkanlıydı; durumu anlamak istiyor, sorular soruyordu. Fakat Jülide sanki orada değildi. Gözünden süzülen yaşları silmeye başladı. Yaşların yanağa inmesine fırsat kalmadan, gözyaşları oracıkta soğuyordu. Bu da yanaklarını buz gibi yapmıştı. Pelin, ona sarılıp iyi hissetmesine yardımcı olmaya çalışırken, Jülide zorla açtığı dudaklarından tek kelime fısıldayabildi:
“Ayrıldık.”
Pelin, duyduklarının şokuyla ne diyeceğini bilemeden sorular sormaya çalışırken, telefonuna gelen bir bildirim sesi ortamda yankılandı. Sıradan bir bildirim sesi olsa da o an dikkati dağıtmıştı. Dizinin üzerinde duran telefonunu eline aldı Pelin ve mesajı açtı. Mesaj, Ilgaz’dan geliyordu:
“Canım, yarım saate kafede seni bekliyor olacağım.”
Başını kaldırdığında, Jülide’nin üzerine dikilmiş gözleriyle karşılaştı.
Kıvanç, köpeğini her gün aynı yerde, aynı saatte gezdirirdi. Onun da, köpeğinin de kendi kuralları vardı ve bu düzenin dışına asla çıkmazlardı. Sanki içlerinde işleyen görünmez bir saat vardı; dakik, sessiz ve kararlı. Yine o rutin günlerden biriydi. Parkın nemli toprak kokusu havaya karışmış, ağaçlar ağır ağır akşam ışığını emmeye başlamıştı. Göl yüzeyinde sararmış yapraklar usulca süzülürken, uzaklardan martıların hırıltılı sesleri duyuluyordu. Kıvanç, tek dostunun tasmasını usulca çıkardı ve nereye giderse peşinden gitmeye hazır bir hâlde yürüyüşlerine başladılar.
Kimseyle pek konuşmazdı Kıvanç. Sessizdi. Sokakta selam vermeden yanından geçen insanlar arasında yalnızca gölgesi kadar görünürdü. Kimsesi yoktu. Değer verdiği tek varlık, yanından hiç ayrılmayan sadık dostuydu. Bu yüzden kimsenin hayatına karışmaz, yorum yapmaktan uzak dururdu.
Ya da… o öyle biri olduğunu sanıyordu işte.
Nereden bilebilirdi ki o gün, tam üç kişinin hayatına istemeden dokunacağını…
Ve o rastlantı sayesinde, kendi yazgısındaki yalnızlığa merhem olacak kişiyle tanışacağını…
Günün o saatine kadar her şey, her zamanki gibi ilerliyordu. Ta ki her gün sevgilisiyle aynı bankta oturan adamı, bu kez başka biriyle görünceye kadar… Üstelik ilişkileri uzaktan öyle tuhaf bir hâl almıştı ki; hem ağlıyorlar, hem itişip kakışıyorlar, hem de bağırışıyorlardı. Kıvanç’ın köpeği, onların yakınındaki bir ağaca gidince, mecburen kulak misafiri oldu. Konuşmalar arasından bir yıldır birlikte olduklarını duyunca duraksadı. Çünkü bu adamı daha önce görmüştü; bir gün köpeğini severken kısa bir sohbet geçmişti aralarında. Yanındaki kadını sevgilisi olarak tanıtmıştı. Ama bu, o kadın değildi.
Köpeğini yanına alıp, sessizce daha uzak bir alana yürüdü. Giderken kendi hafızasını sorguluyordu. Yanlış mı hatırlıyordu? Belki yanılmıştı, belki başka biriydi? Kendi içine dalmışken birden durdu ve alçak bir sesle “Ne yapıyorsun, sanane?” dedi. Başını sallayıp önüne döndü.
Bir süre sonra köpeğinin tasmasını yeniden taktı ve evine dönmek üzere yola koyuldu. Tam parktan çıkmak üzereyken gözü az önce tartışan kadına takıldı. Kadın tek başına denize bakıyor, ağlıyordu. Kıvanç’ın içi burkuldu. Yanına gitmekle gitmemek arasında kaldı. Derken birinin daha kadına doğru geldiğini gördü. Gelen yüz dikkatini çekti. Gözlerini kısıp dikkatlice baktığında, onun az önceki adamın her zaman yanında gördüğü ve sevgilisi olarak tanıttığı kadın olduğunu fark etti. Gelen kişi, kadının yanına oturdu ve ona sarılıp teselli etmeye başladı.
Kıvanç, gördüklerinden hiçbir şey anlamadığı gibi onları mantıklı bir yere de koyamıyordu. Gitmek isteyen ayaklarının yere çakılı kaldığını hissetti. Ne ileri gidebiliyordu ne geri.
Jülide, Pelin’e gelen o mesajı görmüş ve yüzü düşmüştü.
Aralarındaki fısıltı önce yükseldi, sonra tartışmaya dönüştü. Jülide, Pelin’in telefonunu eline aldı ve bağırmaya başladı. Pelin ise sesi titreyerek karşılık veriyor, göz ucuyla etrafı süzüyordu.
O sırada arkada bir süredir istemsizce olanları izleyen Kıvanç, gözlerini Jülide’ye kitlemişti. Öfkesinden titreyen ellerini uzaktan fark edebiliyordu. Yerdeki telefonu işaret ediyordu Jülide. Ne olduğunu tam anlayamasa da, kadının bakışlarında çaresizliğini hissedebiliyordu.
Ve o andan sonra, dikkatini ondan alamadı.
Belki o an hiçbir şeyin anlamını çözememişti ama farkında olmadan bir kavganın ortasında bulmuştu kendini. Jülide’nin yorgunluktan hayli yavaşlayan bedeninin yıkılacağını anlayan Kıvanç, bir anda koşup onu havada yakaladı.
Hayat, bazen yalnızca izlediğimiz bir sahne değildir; bizi fark etmeden içine çeker ve bize bir rol verir. Kader öyle bir dönmüştü ki, o gün parkta yolları kesişen Kıvanç ve Jülide için eksik olan parçalar yerini bulmuştu. Jülide’nin içindeki boşluk, saatler içinde oluşmuş ve yine saatler içinde dolmaya başlamıştı. Kıvanç o gün, Pelin’le yaşanan tartışmayı ayırmasaydı, belki hâlâ yalnız bir adam olarak yürüyor olurdu o parkta.
Ama şimdi…
Üç yıl sonra…
Kıvanç, Jülide ile olan evliliklerinin üçüncü yılı için hediye bakıyordu. Parkta köpek gezdirmek olan eski alışkanlığı artık eşini mutlu etmeye dönüşmüştü. Aynı saatlerde, aynı yerde, bu kez yalnızlık değil; bir sevgi izi takip ediliyordu toprak yol boyunca.
Bir zamanlar sadece gölgesiydi insanların arasında…
Şimdiyse birinin gölgesine sığınmış, kendi ışığını bulmuştu.
Berna Demir