Biber Dolması

Evde olmayan misafir yemekleriyle dolu yuvarlak yer sofrası etrafında her zaman bir arada bulunmayan, ama yan yana gelince de vukuatın eksik olmadığı aynı soydan insanlar… Bu odada bulunan herkes aç ve tek amaçları karınlarını doyurmak. Kişi sayısıyla uyuşmayan çatal ve kaşıklar işleri bir hayli zorlaştırmakta. Ya bir şeylere uzanmaya çalışıyorlar; ya da sadece ellerindekini ağızlarına götürmeye… Tabii bu sofraya oturmak kadar neresine oturduğunuz da önem arz ediyor. Eğer bulduğunuz ilk boşluğa oturursanız üç çorbaya ve bir çatala talip oluyorsunuz. Tıpkı ailenin en küçüğü Aysun’un yaşadığı gibi. 

Diğerlerine nazaran daha cılız ve çelimsiz olan Aysun, sıkıştığı kollar arasından büyük bir gayretle çatalını son kalan biber dolmasına sapladı. Birkaç kez ıskaladığını hesaba katmazsak bu sefer iyi iş başarmıştı. Şuan bu biber dolması; dışarıda kuyruk olmasına rağmen reyondaki üründen sadece bir tane kalmasıyla denkti. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Çatalı kaldırıp kendine çektiği esnada biber dolması düştü. Ya da o öyle sandı. Şöyle bir eğilip masanın üzerinde göz gezdirdi. Ne bir yağ lekesinden ne de pirinç tanesinden eser yoktu. Her ağızdan bir sesin çıktığı bu kaotik ortamda dolmaya ne olduğuna anlam veremeyen Aysun, kapı sesini duyan tek kişi oldu. En büyük yeğenine kaş göz yaparak kapıya bakmasını söyledi. Yeğeni kapıya koşarken, ablasının ağzındaki son lokmasıyla zoraki konuşmaya çalıştığı duyuldu. O mahşer yerinde ablasının söyledikleri herkesi şok etmişti. Sessizlik çökmüştü sofraya. Neyi duymak bu kadar şaşırtabilirdi ki? Aslında her şey ablasının telefonla tüm aileyi bir araya toplamasıyla başlamıştı…

“Alo, annecim nasılsın? Bugün akşam yemeğinde sizde olacağız önemli bir konu hakkında konuşmak istiyoruz Metin ve ben” 

Ablasından gelen bu aramayı aldıklarında annesiyle mağazadaydı Aysun. Ne olduğunu soramadan telefon kapanmıştı bile.

-Bunları alalım da çıkalım. Daha çok işimiz var.

-Bugün bunlarla mı ablamları ağırlayacağız yoksa? Ooo çok güzel görünüyorlar anne. -içer gibi ağzına götürdü- Bunda ayran içersek çok havalı görünürüz ha. Öyle ki bardağa şerbet koysak kalitesini arttırır.

-Aysun abartma. Statünü mü arttıracak bir bardak? Ayrıca bunları vitrine koymak için aldım.

dedi ve Aysun’un elinden çekti.

-Ya anne sana inanamıyorum ya. Vitrine verdiğin değeri bize vermedin. Üvey kardeşimiz gibi oldu resmen.

-Kızım yürü hadi Allah aşkına. Yemek yerken de havalı olmayıver.

Eve vardıklarında hızla yemek yapmaya başladılar. Sabiha biberleri doldururken, Aysun da bir yandan çorbayı karıştırıyordu. Annesi:

-Kızım git de misafir odasının camını aç, yemek kokusu sinmesin odaya, hava alsın.

-Yoksa bugün o odada mı oturacağız? Gerçekten mi anne? Beni şaşırtıyorsun…

-Tabi. Sen aç da camları, ben koltuklara örtü sereceğim onlar gelmeden. Sofrayı da yere hazırlarız mis gibi olur.

Aysun, annesine göz ucuyla bakarak misafir odasının yolunu tuttu. Evin en güzel odasıydı ve burada yemek masası bile varken onlar yerde yiyeceklerdi. Kapı çaldı, gelen ise ailenin direği Ferit Bey’den başkası değildi. O geldiğinde herkes elindeki işi bırakır, onun memnuniyeti için çabalardı. Eve girdiği anda terlikleri verilir, poşetleri varsa alınır, yemeği onun istemesine gerek kalmadan hazırlanır hatta ardından gelecek çay ve kahve için hazırlıklar bile tamamlanırdı. Bugün de elinde meyvelerle gelen Ferit Bey, her zamanki gibi ağırlanmıştı. Bir o yana bir bu yana koşan Sabiha ve Aysun, otomatik moda alınmış robot misali, Ferit Bey’in konuşmasına dahi müsâde vermeden her şeyi hallediyorlardı. 

Yürüyüşü ve görünüşüyle sert duran ama mükemmel bir dede olan Ferit Bey, çocuklarının ve torunlarının geleceği haberini önceden almıştı bile. Ceketinin cebinde üç torununa vereceği çikolatalar görünüyordu. Ayrıca meyvelerin üzerinde de oyuncaklar vardı.

Evde yemeğin kokusunun yoğunluğu artmaya başladı. O an Sabiha Hanım ocaktaki yemeği hatırladı. Hızlı adımlarla mutfağa vardığında biber dolmasının yanmış kokusu mutfağı sarmıştı bile. Bir çaba yanmayan dolmaları kurtarmakla uğraşırken kapı çaldı. Kızları, damatları ve torunları kapı açılır açılmaz doluştular eve. Her şey cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle yankılanmaya başladı. Neşeyle koşturan çocuklar koridordaki bibloların yanından geçtiler. Bundan olsa ki yüksek çocuk enerjisine dayanamayan biblolar kendilerini yere bıraktı. Hızla salona koşan çocuklar, dedelerinin kucağına zıpladılar. Teker teker dedelerini öpüp, kendi çikolatasını alıp, bir köşede yemeye koyuldu.

Kokuyu alan mutfağa geliyor, bir miktar şaşırıp geri gidiyordu. Zaman ilerledikçe, açlık sınırına ulaşan insanlar, kan şekerinin düştüğünü davranışlarından belli ediyorlardı. Ortamın havası bile toplandıklarından bu yana değişmişti. Geldiklerinde Kocaeli’nin hava durumu olan muhabbet; yerini tavuğun marinesine, köftenin iç harcına bırakmıştı. Ailenin en büyük kızı da aralarda mutfağa yardıma diye gelip kalan son dolmaları eksiltiyordu. Nihayet her şey ayarlanmıştı: salata, kızartma, haşlama, aperatif ne varsa sofraya konmuştu. Sırasıyla her gelen bir tabak alıp yer sofrasına bırakıyordu. Bırakan kişi bıraktığı yere bakmıyor, arkasından gelen ise, “Bu neden burada?” diyerek düzeltmiyordu. En sonunda sofra öyle bir düzene sahip olmuştu ki, ortada herkesin ulaşabilmesi için hazırlanan salata tabakları, en köşeye sıkışmıştı.

Sabiha Hanım sofraya buyur etmek için aileye çağrı yaptığı esnada herkes bu komutun gelmesini bekliyordu adeta. Hepsi hızla yerlerinden doğruldu ve sofranın etrafında toplanmaya başladı. Evlerinde kavga kıyamet yemek yemeyen çocuklar, oyuncaklarını bırakıp gördüğü ilk tabakta ne varsa yemeye başladılar. Sesler yükseliyordu sofradan:

– Kaşığı verir misin? 

– O benim bardağımdı! 

– Çatalını iki dakika versene! Şunu yiyeyim! 

– Çorbam nerde?

Aysun masadan bir metre uzak, bulduğu ilk boşluğa yerleşti. Kolunu uzattığında oturduğu kısma üç çorbanın denk geldiğini görünce hayal kırıklığını midesinde hissetti. Tabağın kenarında görünen metal bir gövdeyi tuttu. Kaşık sandığı o metal gövdenin çatala ait olduğunu farketmek, midesine hakaret gibi geldi. Artık o gürültüde Aysun değil de midesi dile gelmişti resmen. Tüm bu olanlara içerlenmişti. İsyan ediyordu! Türkçe bilse neler neler sayacaktı belki. Tuttuğu çatalı sofrada gezdirmeye başladı. Uzanıp biber dolmasına saplayacakken çatalın başı tabağın boşluğuna geldi. Suratına yaslanmış koldan gözlerini iyice uzağa dikip başka bir biber dolmasını hedefine aldı. Sonuncuydu bu. Normalde sadece içini yiyen aile, bugün farketmeden biberini bile yemişti. Bu son kalan dolmayı nasıl oldu da kaçırdılar diye düşünürken kolunu uzattı, parıldayan dolmaya sapladı. Evet, yakalamıştı işte; çatalındaydı. Biberin aniden yok olduğu o âna gelmişlerdi, herkesi şaşırtan o anın nabzına. Ablası ağzındakileri çiğnerken:

-Ben artık üç kişilik yemek yeme hakkına sahibim. Müjdemi de isterim. Küçük ailemize iki torun daha gelecek.

Aile tam da bu anda donmuştu. Çalan kapı, askerden gelen ailenin tek oğluna aitti ve o da bu kareye katılan son kişi olmuştu. Kapıda şaşkın şaşkın sofraya bakarken, çocuklar birbirine ekmek yedirirken, annesi boş tabakları bir araya toplarken… Kimse yerinden kıpırdamıyor, çıt çıkmıyordu. Şaşkınlığın olduğu bu yerde sessizlik de ona eşlik ediyordu. Bu da ayrıca şaşırtıyordu insanı. Hala yemeye devam eden ablasına döndü Aysun.

– Ağzındaki benim dolmam mı?

Berna Demir

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top