
Görsel: Şefkat “Sabiş” Sofu
On veya onbeş haneden oluşan bu köyde evler birbirine öyle yakındı ki, bir avludan diğerine geçmek için sadece birkaç adım atmak yeterliydi. Bahar geldiğinde bu avlularda çocuk sesleri yankılanır, sonbaharda ise hasat telaşı başlardı.
Evler, genellikle taş ya da kerpiçten yapılmıştı, kiremit çatılı ve yaşanmışlık kokan yapılardı. Kimisinin duvarlarında zamanın bıraktığı çatlaklar, kimisinin avlusunda asma çardakları vardı. Avlularda, kümeslerde tavuklar, odun yığınları ve duvar diplerinde istiflenmiş saman balyaları…
Köy Camisinin hemen yanında yaz aylarında kuruyup sonbaharda tekrar canlanan ince bir dere akıyordu. Kenarında birkaç söğüt ağacı eğilmiş, suyun fısıltısını dinliyor gibiydi ve hemen yanında Köy Meydanı denilebilecek, yaşlıların toplandığı, çocukların oyun oynadığı, bazen koyun sürülerinin geçerken ortalığı toza dumana kattığı küçük bir toprak alan bulunuyordu.
Ve köyün tam orta yerinden geçen tren yolu, paslanmış raylar, zamanın yükünü sırtlamış traversler ve arada bir duyulan o uzak tren düdüğü…
Raylar, kavurucu yaz günlerinde sıcaktan parıldayan bir yılan gibi kıvrılarak gözden kaybolurken, kış aylarında ince bir kar tabakasıyla örtülüp sessizliğe gömülürdü. Çocuk akıllarıyla buranın, bilmedikleri büyük şehirlere açılan bir kapı mı, yoksa dünyanın en uç noktasına varan bir yol mu olduğunu düşünürlerdi.
Diğer ucuysa, köyün en uzak tarlalarının arkasına, dağların eteklerine doğru uzanıyordu. Yusuf, rayların bittiği yerde büyük bir deniz olduğuna inanır, trenin bir gün oraya varınca suyun üstünde süzüleceğini anlatırdı. Yadigâr ise rayların, hiç kimsenin bilmediği gizli bir ülkeye vardığını düşünürdü. Belki de o son durakta, hiç kimsenin dönmediği, dönmek istemediği bir dünya vardı.
Diğer çocuklar için ise başka başka hayaller…
Uçsuz bucaksız buğday tarlaları rüzgârla birlikte dalgalanıyor, altın gibi parlıyordu. Tarlanın içinde beş ya da altı çocuk, yalınayak, güneşe aldırmadan koşuyor, kahkahalarını rüzgâra karıştırıyorlardı. Oynadıkları oyun, terle karışan neşeyle büyüyordu içlerinde. Sonunda, yamaçta tek başına duran yaşlı dilek ağacına varıyorlardı. Her biri derin bir nefes alıyor, oyun bitse de umut başlamış gibi, gözlerini kapatıp içlerinden bir dilek tutuyordu. Sanki çocuklukları, o ağacın dallarında asılı kalıyor, rüzgârla birlikte göğe karışıyor sonra rengarenk çaputlar üzerlerine yağıyordu.
Aradan yıllar geçmişti. Zaman, ne Yusuf’un inadını törpüleyebilmişti ne de Yadigâr’ın gözlerindeki umudu silebilmişti. Dilek ağacının gölgesi hâlâ onları saklıyordu sanki; çocukken nefes nefese altında durdukları o eski ağaç, şimdi onların sessiz tanığıydı. Her buluşmaları, köhnemiş dünyanın yükünü biraz olsun hafifletiyor, ama Yadigâr’ın eve vardığında bedenine inen tokat ve yumruk darbeleri, yankılanan acılara dönüşüyordu. Bedeninde yediği tokatların izleri duruyor, bu izler sevdanın ne denli kanayan bir yara olduğunu unutturmuyordu. Yusuf’un elleri titriyordu artık, her defasında sevdiğine dokunmaya kıyamıyor, o çürükleri gördükçe kalbi lime lime oluyordu. Yadigâr ise her seferinde gülümsüyordu ona, bir tek Yusuf’un bakışlarında barınabiliyordu çünkü. Ve Yusuf, “Gerekirse dünyanın öteki ucuna… Seni alıp oraya gideceğim,” diyordu her defasında. O cümle, bir yemin gibi asılı kalıyordu aralarında.Yadigâr 18’ine bastığında, bir sabah sessizce bohçasını sardı. İçine bir yastık kılıfına dikilmiş umutlarını, birkaç çocukluk anısını, ve Yusuf’un ona yazdığı ilk mektubu koydu. Yusuf, döşeğinin altına sakladığı yılların emeğini aldı; bozuklukların sesi, kalbinin heyecanıyla yarışıyordu. O gün, güneş biraz daha parlak doğdu sanki. İki yürek, elleri kenetli, geride kalan her şeyi yakarak çıktılar yola. Küçük, kararmış bir dünyadan, kendi ışıklarını yaratabilecekleri bir hayata doğru. Bir ülkenin haritasında sadece bir nokta olan yere değil, kendi kaderlerini yazacakları sonsuz bir sevdaya yürüdüler…
Kavuşmak artık dua değil, gerçeğin ta kendisiydi.
Başka bir ülkeye gitmenin bir yolunu elbette bulmuşlardı. Hayatları boyunca her şeyi gizlice, usulca, sessizce yapmaya alışmışlardı nasıl olsa… Bu da onlardan biri olacaktı.
Karanlık bir gecede, yıldızlar bile utançla gözlerini kaçırırken gökyüzünden, kaçak bir teknenin kıyıya yanaştığını duydular. O tekne, suyun üzerinde sallanan bir umut parçasıydı—ve bir hayli kalabalıktı. İnsanlar tıka basa dolmuştu içine; gözlerde korku, kucaklarda çocuklar, omuzlarda geçmişin yükü… Nefes alınamayacak kadar dardı ama onlar için hayatın kapısı oradaydı.
Yusuf, Yadigâr’ın ellerini sımsıkı tuttu. “Buradayım,” dedi gözleriyle. “Bu karanlığın sonu aydınlık.” Yadigâr’ın gözlerinde ne korku vardı ne de pişmanlık—sadece Yusuf’un varlığına sığınan bir inanç. Gecenin serinliğinde Yadigâr’ın içi ürperiyor ama Yusuf’un sıcaklığına yaslandığında tüm dünya susuyordu.
O tekne, bir can pazarıydı belki ama onlar için başka bir anlam taşıyordu: Birlikte yaşayacakları yeni bir hayatın, kimseye ait olmayan bir özgürlüğün, geçmişin zincirlerinden kopmanın yoluydu. Her dalga, onların geride bıraktıklarına bir çizgi çekiyor, her çırpınış, geleceklerine bir adım daha yaklaştırıyordu onları.
O tekne sadece suyun üstünde ilerlemiyor, aynı zamanda iki yorgun kalbi taşıyordu: Yaralı ama yılmamış, eksik ama tamamlanmayı bilen…
Ve o gece, başka bir ülkenin kıyısına değil, sevdanın özgürce yeşereceği bir geleceğe vardılar. Sıkıca sarıldı Yadigâr, Yusuf’un boynuna. O an, sanki dünya tüm gürültüsünü susturdu. Yusuf’un gözleri ışıl ışıldı; içine umut serpilmişti. Gece boyunca deli gibi esen rüzgâr, yağan yağmur, şimşek çakan gökyüzü… Hiçbiri yıldırmamıştı onları. Sabah güneşiyle birlikte, sırtlarında geçmişin yükü, ellerinde birbirlerinin sıcaklığıyla yeni bir ülkeye vardılar.
“Fırtınaya rağmen sağ salim geldik ya,” dedi Yusuf, derin bir nefes alarak.
Yadigâr’ın ince beline doladı kollarını, yanağına usulca bir öpücük kondurdu. Ardından, rengârenk tramvayların geçtiği, denize bakan Arnavut kaldırımlı sokakları, kafelerinde lavanta kokusu yayılan meydanları, herkesin bisikletle dolaştığı, evlerinin pencere kenarlarında küçük yel değirmenlerinin döndüğü bu yeni şehri birlikte gezmeye başladılar.
Öğle saatlerine kadar dolaştılar. Çeşitli dillerde konuşan insanlar, sokak sanatçıları, el yapımı seramikler satan tezgâhlar… Her şey başka bir dünya gibiydi. Kalacak bir yer aradılar ama yaz mevsimiydi, her yer doluydu. Sonunda denize yakın, büyük çınar ağaçlarının gölgelediği bir park buldular. Çimlere uzandılar. Yadigâr başını Yusuf’un göğsüne koydu. Üstlerinden geçen kuşları izlediler, rüzgârla savrulan seslere kulak verdiler. O gece, yıldızlar bile sanki onlar için biraz daha fazla parlaktı.
Ertesi gün küçük bir mahallede, çatısı eğilmiş, pencere önünde sardunyalar olan bir evde tek göz bir oda buldular.
O günden sonra, sokak köşesindeki pastanede sabah kahvelerini yudumladılar, parktaki çocuklarla top oynadılar, cumartesi günleri bit pazarında hayallere daldılar. Yeni ülke, artık onların ülkesiydi.
Ve Yusuf, Yadigâr’a bakıp şunu fısıldardı:
“Bu şehir çok güzel… ama sen olmasan hiçbir anlamı olmazdı.”
Yadigâr, her akşam olduğu gibi, perdeyi hafifçe aralamış, dışarıyı seyrediyordu. Uzun siyah saçları omuzlarına dökülmüş, ince elleri dizlerinde birleşmişti. Yusuf, usulca doğrulup gözlerini ovuşturdu. Rüya mıydı, gerçek mi? Bilmiyordu artık.
“Yadigâr…” diye fısıldadı.
Kadın başını ona çevirdi, gözleri karanlıkta bile parlıyordu. Yusuf’un içi bir sıcaklıkla doldu. Yadigâr hep buradaydı. Hep onunlaydı. Ama bazen… bazen Yusuf’un zihnine şüphe düşüyordu. Ellerini tutmaya çalıştığında, neden hep boşa çıkıyordu? Yadigâr’ın sesi neden fısıltı gibi yankılanıyordu?
Ama sonra Yadigâr gülümsüyordu ve Yusuf, her şeyi unutuyordu. Günler böyle gelip geçiyordu. Yusuf çalışmaya gidiyor, akşam eve döndüğünde Yadigâr onu pencerenin önünde bekliyordu. Çay demliyordu, onun başını dizlerine koymasına izin veriyordu. Geçmişten konuşuyorlardı. Tren yolundan, dilek ağacından… Ama bazı geceler, Yadigâr’ın gözleri bir anlığına değişiyordu. Sanki… çok derinlerden bakıyordu ona.
Bir gece, Yusuf bir kâbusla uyandı. Denizdeydi.
Tekne… İnsanların çığlıkları… Fırtına…
Ve Yadigâr’ın gözleri…
Su yutuyordu onu. Yusuf, boğulanların arasından geçip Yadigâr’a ulaşmaya çalışıyordu ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın, elleri onun bedenine ulaşmıyordu. Aniden sıçrayarak uyandı. Ter içindeydi. Nefes nefese kalmıştı. Başını çevirdi, penceredeki siluet hâlâ oradaydı. Ama bir fark vardı. Bu kez Yadigâr, ona hiç bakmadı.
Şefkat “Sabiş” Sofu
çok güzel bir hikaye olmuş, umarım bir gün hepimiz hayallerimize gerçekten kavuşuruz.
Ellerinize sağlık ….
Emeğine yüreğine sağlık
Film tadında idi , acı,umut tüm duygular vardı ,kaleminize sağlık🌷Daim olsun..
Söyleyecek söz bulamadım okadar güzeldiki ruhumu ısıttı 🙂