
Cin Ali Bile Çizemem (Sahiden mi?)
Cin Ali Bile Çizemem Atölyeleri bir okul gibi artık. Bu yıl 6. Yılımızı kutlayacağız.
Kendini yeteneksiz hisseden, yazmak çizmek isteyen ama nereden başlayacağını bilemeyen yetişkinlere illüstrasyon atölyesi veriyorum ben. Burakcım da yazma dersleri veriyor. Yazma derslerimizin adı da “Derdimizi Anlatacak Kadar Yazmak”. Benim verdiğim illüstrasyon atölyelerinin devam eden sınıflarından bazılarının ismi de “Efendimiz Acemilik”, “Korkulu Ustalık”. ( Turgut Uyar’dan mülhem bu isimler de başka bi yazının konusu olsun.)
İsimlerimiz atölyelerin içeriğini ele veriyor değil mi?
Ama bence yine de bi parça eksik kalıyor. Çünkü belki siz benim okullu olduğumu düşündünüz illüstrasyon dersleri verince. Grafik tasarım ya da resim okuduğumu. Hayır, ben şimdi insanlara resim eğitimi veriyorum ama benim Lisans Eğitimim Türk Dili ve Edebiyatı.
Aslında ben yazar olma hayalleri kuran bir çocuktum. Bana bu konuda istidadım olduğu söylendi. Motive edildim. Ama mesela resimden hep düşük notlarla geçiyordum ilkokulda. Zeka var ama yetenek yok, diyorlardı. Öğretmenlerim elime verdikleri flütü çalamadığımda, çizgilerimi titrek attığımda, “haydi at” dendiğinde takla yahut basket atamadığımda 5 üstünden 1 hatta 0 veriyorlardı.
Ben 86 doğumluyum. İlkokul zamanım 90’lara denk geliyor. O zamanlar yetenek, zeka, sanat konularına bakış böyleydi. “Böyleydi” dediğim şey keşke geçmişte kalsaydı. Hala 2025 yılında “Öğretmeni ilkokuldaki çocuğuma yeteneksiz dedi ne yapabilirim.” diyen ebeveyn mesajları alıyorum. Ve bu konuda okuyor, ebeveynlere ve öğretmenlere hevesi olan çocukların öğrenerek resim yapabileceklerini anlatmaya çalışıyorum.
2025’te bile durum böyleyken 90’lar Türkiye’sinde, Fen Lisesi ve Anadolu liseleri sınavlarına ilkokuldan sonra girildiği, öğrencilerin at yarışında misali sürekli test çözdüğü günlerdi. Resim, müzik, beden eğitimi derslerini matematik öğretmenimiz alırdı hatırlıyorum. Çünkü ülkenin doktora, avukata, öğretmene hatta astronota ihtiyacı vardı.
Okuduğum lisede de durum böyleydi. Sözel sınıfı açılmıyor, öğrenciler sayısal ya da eşit ağırlık sınıflarına yönlendiriliyordu. Bazı yıllar dil sınıfı açılıyor, sözel sınıf ise hiç bir şeye becerisi olmayan arkadaşlarımızın gün boyu rahatça uyuyabilmeleri için açılıyor, sözel sınıfında ders işlenmiyor, öğretmenler sadece muhafızlık yapıyordu.
Konservatuvarda okumayı çok istediğim o yıl, alan seçerken öğretmenlerimin “orada ziyan olursun” tembihleriyle eşit ağırlık sınıfını seçmiştim. Böyle bir eğitim sisteminin üniversite kısmı da böyle geçecekti elbette. Edebiyatı derinlemesine analiz edeceğim, yazmayı öğreneceğim diye girdiğim Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü öğretmenliğe yönlendirilerek ve formasyonla tamamladım. Ülkenin düzenli maaşı olmayan işlere tahammülü yoktu. Memurluk ve SGK garantisi ile mezun etmeye çok meraklıydı herkes gençleri. Sanki hakikaten bu mümkünmüş ve kolaymış gibi.
Üniversite eğitimimi bitirdiğimde öğretmendim, lise ve ortaokulda öğretmenlik yapabilecektim. Kpss vardı, atanırsam da müfredat vardı. Staj yaparken çok eğlendim. Zarf konusunu anlatırken şarkılar ve türküleri kullanmıştım. Öğrenciler mutluydu ama işin zor senin dediler. Benim gibi dersleri sadece müfredattaki örneklerle anlatmak istemeyenlerin okullarda barınması zor diyorlardı. Oyun kavramını liselilerin hayatına sokmak “başa iş çıkarmaktı”. Benim gibi öğretmenlere yer yoktu Türkiye’de. Dedikleri gibi de oldu. Eğitim hayatım boyunca aldığım eğitimlerle ve sertifikalarla başvurduğum özel okullar da beni işe almıyordu. Drama Liderliği ve Doğaçlama Tiyatro bilen bir Edebiyat öğretmenini havada karada kaparlar sandığım okullar da bana “hani 5 yıllık tecrübe?” diyordu. E zaten benim de aklım tiyatroda, yazarlıkta idi.
Nihayet 2014 yılında, 28 yaşında ilk düzenli işime girdim. İstanbul’da İsmek’te Diksiyon Dersleri vermeye başladım. Bir yandan da hala kalbimde yatan işleri kovalıyordum.
Çocuklar için ama tüm yaş gruplarının keyifle okuyacakları resimli kitaplar yazmaya başladım. Hatta pedagoji eğitimi alan bir arkadaşımı da yanıma alarak yayınevlerinin kapısını çalmaya başladım. Adını herkesin bildiği meşhur yayınevlerinden birinin genel yayın yönetmeni bana “illüstratörün nerede?” diye sordu. Yazılmış, çizilmiş hazır kitaplar basıyorlarmış. İşte o zaman öğrendim illüstrasyon neymiş.
Çocukça, naif çizilmiş kitaplara, resimlere rastlayınca çok şaşırdığımı hatırlıyorum. “Aa ne güzel!” dedim ve illüstratör arayışına koyuldum. Çevremde çok öğretmen vardı ama pek sanatçı yoktu.
Şimdi kapanan ama o zamanlar haberleri oradan takip ettiğim Radikal Gazetesi’nde bir ilan gördüm. 2015’ti yıl. İran’dan gelip Türkiye’de kitaplar çizen, tasarlayan bir çift, Türkiye’de yaşayacak ve İllüstrasyon Okulu açacaklardı. İllustrative Today.
Açılışta bir sergi de olacaktı. Özel bir okul gibi işleyecek bu okulun amacı Türkiyeli çizerlere dünyada neler olduğunu anlatmak, modern sanatı, modern perspektifleri öğretmekti. Çok heyecanlandım çünkü evime de yakın olan bu okula arada uğrar, sergiye gider ve illüstratör tanırdım. Hayatımın değişmesi işte böyle oldu.
Sanatçı Saeed Ensafi’den randevu alarak “Arada derslerinize misafir olabilir miyim?” demeye gittim. Yanıma yazdığım bütün çocuk kitaplarının taslaklarını alarak.
“Ben yazar olacağım, illüstrator arıyorum.” dedim hocaya. Hoca “Sen niye çizmiyorsun?” dedi. Tüm inanmışlığımla “Cin Ali Bile Çizemem” dedim. Bunu anlamadı. Dünyada bir sürü sanatçının kendi öyküsünü hem yazıp hem çizdiğini söyledi. Çöp adamlarla da insan bir şeyler anlatabilir, onu da herkes çizebilir, dedi.
Hocaya bir bakışım vardı. İlk kez böyle düşünen birini görüyordum. Yanımda kolajlar yaptığım, arada sevdiğim resimleri kopyaladığım bir defterim de vardı. Ama o zamanlarki erkek arkadaşım, arkadaşlarım, ailem dahil kimseye göstermediğim, kötü yaptığımı düşününce sayfaları yırttığım, “Olmuyor ne kadar yeteneksizim” diye ağladığım bir defterdi.
Randevu öncesi hocayı Googlelamış çizimlerine bakarken “bunu ben de yaparım” diye hissetmiş, resimlerin çocuksuluğunu görüp konuşmaya cesaret bulmuştum zaten. Hocanın “herkes çizer, hiç mi çizmiyorsun?” deyişiyle terlemeye başlayarak çantamdan defterimi çıkardım ve ona uzattım. Titreme başladı bende. Çünkü kolaj ve kopya idi yaptıklarım. Kendimi dolandırıcı gibi hissettiğimi hatırlıyorum.
Defteri verdim, hoca sayfaları çevirdikçe bana sorular sordu. Ben de her sayfada “onu burdan kestim, şunu şöyle bi yerden kopyaladım.” diye anlatmaya başladım. Oysa Hoca kopya meselesiyle ilgilenmiyordu. Uzun vadede anladım ki o gün o deftere bakarken dünyadaki onca şeyden o çizimleri kopyalamak için çizen, tasarlayan, bir araya getiren bana bakıyordu.
Ben o zamanlar birinin eskiz defterine bakmanın onun ruhuna bakmak olduğunu bilmiyordum. O kişinin kültürünü, mizah anlayışı, hayata bakışını anlayabileceğimizi…
O defterdekiler nasıl yapılmış olursa olsun onları yapan kişi hakkında fikir veriyordu. Minik bir nokta, bir filmin afişi, bir şiir, rengarenk bi kolaj. Hoca defterimden çok etkilenmişti. “Yaparsın sen, kaydol okula!” dediğinde şaşkınlığım iyice artmıştı, bayılmak üzereydim.
Şimdiki bakış açımın zerresi yoktu o zaman bende. “Ama hocam,” dedim “o defterdeki her şeyi çöpe atacaktım ben.”.
“Sen bu defteri çöpe atıyor, çünkü sen Modern Sanattan anlamıyor!” dedi, “Kaydolacaksın, çalışacaksın, geleceksin, gideceksin, olacak” dedi.
“Öğreteceğim.”
Evet. Saeed Hoca o gün benim hayatımı değiştirdi. İllüstrasyon okulu özel bi okuldu. 29 yaşında hayat boyu isteyip okuyamadığım konservatuara kendimi gönderir gibi yazıldım. Çocuğunu üniversiteye yazdıran bir veli gibi heyecanla, “yavrum keşfedildi” hissi ile. Ve iki yıl boyunca da kendi eğitimimi finanse ettim ve Hoca’nın dediği gibi geldim gittim. Öğrenmeye niyetliydim, pes etmedim. Sanırım bir de kendime teşekkür etmeliyim. Kendime inandığım ve o minik pırıltının peşinden gittiğim için.
Evet 2 yıl sonunda haklı çıktı hoca. Modern sanatı anladıkça araştırdıkça gevşedim. Resmin de tekniği olduğunu öğrenilebileceğini anladım. Hatta isteyenin resim yaparken özgürlüğü ve çocuksuluğu, isteyenin de resmin klasik kurallarını uygulayabilmeyi pekiştirebileceğini.
Ama öğrenmek gerekiyordu. İsteyen sonuna dek gidebilirdi. İsteyen de temel teknikleri öğrenir ve sonra keyfe, eğlenceye, ifade biçimlerine odaklanabilirdi. Kalemle kağıda çizmek dışında neler neler vardı. İllüstrasyon klasik resimden farklıydı. Çocuk gibi oyun oynayarak üretebiliyordun.
Bu fikir bana o kadar iyi geldi ki. Hayatım değişmeye başladı. 30 yaşıma mesleğimi soranlara “illüstratör” diyerek erdim. Her yerde çizmeye başladım. Yıllar süren açlığımı doyurur gibi. Her dakikamda. Çizmek meditatif bi etki de yarattı hayatımda. Psikolojik destek aldığım meselelerimde nefes aldıran bir pencere oldu bana. Kendimle başbaşa kaldığım zamanlarım artmaya başladı. Bunu anlayabilir misiniz bilmiyorum ama kendimle diyaloğum arttı.
Bu alanda yazılmış kitaplar, çalışan bir sürü sanatçı ve araştırmacı olduğunu keşfettim.
Sanat terapisinde kullanılan resim araçlarının illüstrasyon kökenli olduğunu, Yaratıcı Drama etkinliklerimde kullandığım oyunların resme uyarlanabileceğini keşfettim. Hayatıma yeni bir yön veriyordum fark etmeden.
Kafelerde çizim yaparken, çizimlerimi sosyal medyada paylaşırken insanlar bana hayranlıkla bakıyordu. Mesajlar yazıyorlardı. Ve tahmin edin hayranlık cümlelerine eklenen o cümle neydi. “Siz ne güzel çiziyorsunuz öyle” diyorlardı, “Oysa ben… Cin Ali Bile Çizemem!“
“Aaa bakın ben de çizemedim ama öğrendim ve size de öğreteyim.” diyordum. Ve öğretiyordum da. Bir saatte kazandığım bakış açısını anlatıyor ve bir kalem kağıt vererek tekniği, çizmek için bakmayı öğretiyordum.
Hocam’dan öğrendiğim analizleri oyunlaştırdığım egzersizlerle birkaç denemede öğretebiliyordum da. Hatta yakın arkadaşlarımdan biri benim tüm macerama tanıklık etmişti. Onun durumunda iyi bir defter ve kalem hediye etmem bile çizime başlamasına yetmişti. Başka bir arkadaşıma malzeme seçmesinde yardımcı olmuş, illüstrasyon için alışveriş yapabileceği kırtasiyeler işlerini taratabileceği ozalitçiler ve çerçeveciler önermiştim. Bu örneklerde görüldüğü gibi aslında benim, hocamın ve psikoloğumun arasında da yaşanan bir şey önemliydi resme hevesle başlamak ya da desteklenmek için. Birinin size yapabileceğinizi söylemesi. Ve hevesiniz,, arzunuzu, ihtiyaçlarınızı anlatıp yanıt alabilmeniz.
Sonrası size kalıyordu.
Kısa sürede hayatınıza resmi dahil edip kitap bile resimleyebilirdiniz. Resimli günlük tutmaya başlayıp kendinizi rahatlatacak bi kaynak yaratmış olurdunuz. Ya da önce de dediğim gibi, kendinizi canlı hissetmek, hayatla bağınızı güçlendirmek, kendinizle mesafenizi kısaltmak için defter tutmaya başlayabilirdiniz. Ya da kaygınızı, korkunuzu çizerek ifade edebilir; resmin terapötik işlevini deneyimleyebilirdiniz.
Bunları kavramamla atölyelere başlamam aynı zamanlara denk geldi. Bana ” Cin Ali Bile Çizemem” diyen insanları Balat’ta kafelere davet ettim önce. “Gezici illüstrasyon Atölyesi” dedim adın da. Bu atölyeler sevilince Balat’tan Komşum Berna’nın Tintin’inde düzenli atölyelere başladık.
Ve artık kitlemizi hedefe uygun seçmek için atölyelerin adını da “Cin Ali Bile Çizemem” koydum.
Sonra Insagram’da aynı adla bi hesap açarak atölyeleri geniş kitlelere duyurmaya başladım.
Araya pandemi girse de 2020 yılı atölyeler için şanslı bir dönemdi. Çünkü Kadıköy ve Balat’ta düzenlediğim yüzyüze atölelere yalnızca İstanbul’dan katılımcılar gelebilirken, online’da düzenlediğimiz atölyelere Türkiye’nin hatta dünyanın her yerinden resim meraklıları katılmaya başladı.
5. Yılını doldurduğumuz online atölyelere önce 2 derslik başladık. 2 ders, 4 ders oldu. Sonra 2. Aşama dedik. Kurlar birbiri ardına geldi. Şu an “Cin Ali Bile Çizemem”, çizim alanında 6 aşamalık, yaklaşık 1 yıl süren bir eğitim programı oldu. “Derdimizi Anlatacak Kadar Yazmak” da birbirini takip eden kurlardan oluşan 1 yıllık yazma programı.
İki atölye de katılanlara yazma ve çizmeyi deneme cesareti vermeyi hedefliyor. Devam etmek ve derinleşmek isteyenler için de devam atölyeleri ile sürüyor.
Düzenli olarak ortak ilgi alanlarına sahip, dünyanın her yerinden farklı yaş ve meslek gruplarından insanı bir araya getirerek birlikte keyifle yazma çizme alanı açıyor.
İsteyen sadece yazıp çizerken isteyen bu alanda profesyonel adımlar atmaya, eserlerini ürüne çevirmeye cesaret ediyor.
İşte bu site iki atölyeden yazdıklarını ve çizdiklerini başkalarıyla paylaşmak isteyen atölye katılımcılarımızın bir projesi.
Yazarak ve çizerek kendini anlatan öğrencilerimiz zamanla arkadaşımız ve meslektaşımız oldular. Dünya ile illüstrasyonlarını ve hikayelerini paylaşmak için can atıyorlar.
Ben Gamze ve partnerim Burak, bu hevesli, cesur, hatalarından boyunlarına çiçekli kolyeler yapan yazar ve çizerlerle gurur duyuyoruz.
Gombrich Dedeciğim, nurlar içindedir umarım gittiği yerde, Sanatın Öyküsü’nde tırnak içinde “anılan sanat”tan bahsediyor. Alınıp satılan, müzeleri, galerileri dolduran insandan yavaş yavaş uzaklaşan… O kadar kutsal olan, ki hayatlarımıza karışmayan sanattan. Oysa bizim burada yaptığımız ekmek gibi, su gibi bir şey.
Yapanların ihtiyacından doğan, gündelik, hayatın ritmi içinde ortaya çıkan şeyler. Birilerine yazması ve paylaşması iyi geliyor. Belki okuyana ve bakana da iyi gelir diye paylaşılmış şeyler.
Sanat ürününden ziyade bahçelerimizden derdiğimiz çiçekler gibi düşünmenizi ne çok isteriz. Yahut bize misafirliğe gelmişsiniz de herkes meşrebince, gönlünüce sofraya bir şeyler koymuş. Afiyetle yiyiniz, severseniz yine geliniz diye.
Bu yazı anlatıcı.com sitesi illüstrasyonlarının başına tutturulması için yazıldı. Sitenin açılmasına bir gün kala, babalar gününden bir gün önce.
Değerli arkadaşlarım bu yazıyı belki benden onlarca kez istedi. Ama nazik, hevesle, incitmeden. Bense aylarca yazamadım. Çünkü bu yazamadığım süre içinde onlara da dedim ki “ben yazamıyorum ki…”
Çok komik değil mi? Kendini bir biçimde anlatabilen birinin diğer biçimlerle anlatabileceğine inancının olmaması.
Oysaki şefkatle, sabırla, inançla deniyorum. Arada pes etsem de “yeteneksizsin” dedikleri ya da küstüğüm tüm alanlarda bir şeyler yapmayı deniyorum.
Çizmenin yanı sıra, zor da olsa, geç de olsa meramımı anlatmak için yazıyorum. Yoga yapıyorum, koroda şarkı söylüyorum, yüzmeyi öğrenmeye çabalıyorum. Ehliyetimi geçen yıl 38 yaşımda aldım.
Ve ilk defa Sakarya’da gürültüden kimsenin kimseyi duyamadığı herkesin bağır çağır konuştuğu işlek bir caddenin başında, bir kafede, bir buçuk saattir başımı dahi kaldırmadan yazıyor ve yazmanın da çizmek gibi beni bu dünyadan kopardığını deneyimliyorum.
Öğrencileriniz öğrenir de öğretmeniniz olurlar işte böyle. Ve size de imkan tanırlar, meselenizi anlatmanız için.
Ve siz de hayaller içinde hikayenizi anlatırsınız Nasıl Olunur’da anlatmaya heves ederek. (Love u Nilay Örnek!) Bir öğrenci sergisi açılışında, bir podcastte yahut herkes için resim yapmayı öğretmeyi hedefleyen bir kitabın önsözlerinde de kullanılabilecek bir yazı yazmış olmakla mutlu olarak.
Evet sevgili okuyucu, izleyicilerimiz. Size Gombrich’ten aldığım güçle yeni sanatçılarımızı takdim ederim. Sanat yoktur, sanatçılar vardır diyor. Canlı, kanlı, hevesli ve karşınızdalar. Öyküleri, çizimleri ile.
Afiyetle yiyiniz, severseniz yine geliniz.
Kahve kokusu ve kuş sesleri ile,
Gamze Alıcı